BU ayki kitap ekine yazımı hazırlarken editörümüz Necla Bayraktar hanım dördüncü baskısı henüz ama 20 yıl sonra yayınlanmış kitabım üstüne bir şeyler yazmamı istedi. Ben de dileğini yerine getirdim. Bana bu fırsatı verdiği için kendilerine teşekkür ederek... Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri'ni boydan boya Ankara'da hazırladım. Hazırladım diyorum çünkü kitabı oluşturan makaleleri çeşitli vesilelerle yazmış, çoğunu çeşitli ve yerli-yabancı konferanslarda, seminerlerde ilk halleriyle sunmuş, gelen eleştirilerle yeniden düzenlemiştim. Hatta bazılarının ilk halini İngilizce hazırlamıştım. Oturup gene bir yaz boyunca o makaleleri elden geçirmiş, kitapta yayınlanabilir, birbirine eklenir hale getirmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse kitabın ilk baskısının yayımlanacağına pek de inanmıyordum. Bu kitaba güvensizlik değildi. Tersine, böyle düşünmemin nedeni, metnin o sıralarda Türkiye'de bilhassa görsel sanatlar alanında cereyan eden tartışmaların hayli ötesinde olmasıydı. Ne yapalım ki, Türkiye'de okur da yayınevi de belli bir düzeyin ötesinde kitap yayımlamak istemiyor/du. Bir de böylesi bir 'konunun', daha doğrusu alanın irdelendiği kitap neredeyse yabancı dilde yazılmış bir kitap muamelesi görüyordu. Sonunda bir gün kitabı gönderdiğim Yapı Kredi Yayınları'ndan bir mektup aldım. Yayımlanacağını belirtiyordu. Yalan söyleyecek halim yok ya, sevinmiştim. Öyle amatör duygular taşıyan, kitabı yayımlandığı için sevinenlerden değilimdir ama o sıralarda Bilkent Üniversitesi'nde hocaydım ve oradaki dersler ve öğrenci kitlesi bakımından bu gelişme önemliydi. Derslerim hayli ağır geçiyordu. Tartıştığımız konuları Amerikan üniversitelerinin yöntemi içinde 'syllabus'ta belirttiğim okuma listelerindeki makale ve kitaplarla ele alıyorduk. Ama malum, Türkçe konuşan öğrenciler, dersi veren kişiden bir de anadillerinde yazılmış metin bekliyorlardı. Nitekim kitap yayımlandıktan kısa süre sonra öğrenciler okudular ve üstünde konuştuğumuz konu ne olursa olsun söz bu kitaba geldi. Daima açık duran kapımdan süzülüp odama girenler benimle sürekli olarak bu metni konuştular. Bu arada haksızlık etmek istemem. Müthiş parlak öğrenciler vardı. Tartışma diğer metinlere de sıçrıyor veya onlarla kaynaşıyor, iç içe geçiyor, bütünleşiyordu. Zaten mesele o noktada düğümlendi. Şimdi dördüncü baskının önsözünde yazdığım gibi, bu kitap, diğer kitaplarımdan daha farklı bir kadere sahip oldu. Neredeyse tam bir ders kitabı gibi görüldü. Açıkça dile getireyim, bir kuşağın yetişmesindeki en etkili yapıtlardan birine dönüştü. Sonradan çok tanınmış bir sanatçı, bana, öğrenciliğinde, kitabın fotokopilerini elden ele gezdirdiklerini belirtmişti. Kendisini çok yıllar sonra bana teşekkür etmek zorunda hissetmişti. Keşke kitaplarımı izlemek konusunda daha hassas olsam diye düşünmüştüm. Kitap çok daha fazla baskı yapar, böyle 'fotokopi' mağduriyetleri yaşanmazdı. Neyse, şimdi dördüncü baskısına erişmesi de ilginin hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Bunu doğal buluyorum. Hatta daha da olağan bir sonuç şeklinde değerlendiriyorum. Nedeni kitabın serüveni hakkında da bilgi verecektir
İKLİM HIZLA DEĞİŞTİ
1995 yılında yayımlanan ve sonraki baskılarında sürekli olarak geliştirilen bir kitabın çekirdeği doğallıkla 1980'lerde oluşur. Gerçekten de öyledir. Bu kitabın da en erken tarihli, dolayısıyla en eski, yazısı 1980'lerin ikinci yarısıyla, 1990'ların başında yazılmıştır. O tarihlerde de Türkiye'de bir sanat ortamı vardı. Ama bugünküyle mukayese edilmeyecek özellikler taşıyordu. 1983 sonrasında Türkiye ansızın görsel sanatları keşfetmişti. Ankara'da bile peş peşe galeriler açılmaya başlamıştı. Siyah Beyaz, Tanbay, Nev, Urart bir anda açılmışlar (hepsi 1983-85 arasında) ve sanat ortamını değiştirmeye başlamışlardı. Fakat yapılan sergiler, bugün geriye bakarak gözden geçirildiğinde görülüyor, ancak, en fazlasından, o günün 'yeni'sini yansıtabiliyordu. 1990'lardan sonra iklim hızla değişti. Hayır, galeri yapısı ve yöntemi aşağı yukarı hâlâ aynıydı. Fakat ayrıntılarını Türkiye'de Çağdaş Sanat 1980-2000 (Akbank Yayınları) isimli kitabımda uzun uzun anlattığım koşullar sanatın dokusunu dönüştürüyordu. 1989'da Berlin Duvarı yıkılmıştı. Bu modernleşme serüveninin, hiç değilse onun belli bir modelinin, otoriter ve bürokratik olanının, sonu demekti. Bu birden bire ortaya çıkmamıştı. 1980'leri oluşturan önce post modern teorinin sonra da yeni sosyal teorinin tayin ettiği kavramlar bu neticeyi meydana getirmişti. Post modern kuram başlı başına bir olguydu. Ben de 1990'ların başından itibaren çeşitli mecralarda bu kavramı ele alıyor, onu, yeni toplumsal kuramla bütünleştiği yanlarını gözeterek irdeliyordum. Zannediyorum o dönemde yazdığım bu makalelerin Türkiye'deki zihinsel dönüşüm üstünde hayli etkisi oldu. İkincisi, sosyal teorinin öne sürdüğü, kimlik başta olmak üzere, bellek, mekan, beden, aidiyet gibi kavramlar bildiğimiz bütün yerleşik değer yargılarını bozan bir etkiye sahipti. İşin ilginç yanı Türkiye'de bu kavramları soyut bir planda pek ele alamıyorduk. Bize özgü modernleşmemizin getirdiği bir çizgide tüm kavramları siyasal kuramla sosyal kuramın temas ettiği noktada kesip biçiyorduk. Yurttaşlık, sivil toplum, devlet birey ilişkisi, kamusal alan gibi kavramlar bize, belirttiğim gibi, bildiklerimizin dışında yeni bir dünya olduğunu anlatıyordu. Yeni sanat, şimdi güncel sanat diye tanıdığımız, tanımladığımız hamle bu şekilde başladı. 1980'leri hâlâ boya resmi ile geçiren ve en fazlasından yeni dışavurumculuk etrafında kendisini üreten ve ören sanat yavaş yavaş geriye itiliyor, çekiliyor yerini bu hamleye bırakıyordu. Bu kitapta yer alan yazılar, özellikle ilk baskıya bakılırsa görülür, tam da şu tarif ettiğim çerçeve içine oturur. Ama şimdi açıklayacağım bir özel koşulla. 1970'lerin ikinci yarısında yazmaya başlamış bir kişi olarak Marksist sanat kuramını da Marksist toplum kuramını da içtenlikle benimsemiştim. Hiçbir zaman da vazgeçmedim. Sanat yapıtının üzerine oturduğu toplumsal ve tarihsel koşulları bulmak ve bilmek benim için büyük bir heyecan kaynağıydı. Ama 1980'lerden itibaren, bu görüşümü aynen korumakla birlikte, sanat yapıtını kendi iç sorunsallarıyla ele alan yaklaşımlardan da etkilenmiştim. Yapısalcılık 1990'lara kadar birçokları gibi beni de yönlendirmişti. Oysa 1990'larda tanıdığımız toplumsal kuram yapısalcılık sonrası düşünceyle sarmaş dolaştı. Fransız felsefesi ve toplumbilimi çığır açmıştı. Ama her defasında olduğu üzere bayrağı Anglosakson dünyaya devretmişti. Biz de o mecraları kullanarak yolumuzu buluyorduk.
İLK KİTAPLARDAN BİRİ
Bu kadar ayrıntılı ve 'didaktik' olmasa bile Türkiye'deki (güncel) sanat yavaşça bu sulara açılıyordu. Ben de 1990'lardaki yazılarda bu çizgiyi kendime özgü bir senteze taşımaya çalışmıştım. Sanat yapıtının toplumsal/tarihsel perspektifini hâlâ derecesiz önemsiyor ama bu toplum/ tarih penceresini yeni toplumsal kurama, yapısalcılık sonrası düşünceye açıyordum. Ve öyle sanıyorum ki, bu kadar sistematik, bu kadar 'gövdeli', bu kadar yoğun ve kararlı biçimde bunu o dönemde yapan başka birisi yoktu. Dolayısıyla, söylemek bana düşer mi bilmem ama, gene de belirteyim. Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri, 1995'te yayınlandığında sanat kuramı, estetik kuram bağlamında bu boyutta yazılmış herhalde ilk kitaplardan biriydi. Sonra da bir benzeri pek çıkmadı. Bugün ona yönelen teveccühü bu gerçeğe bağlıyorum. Kaldı ki, kitap sadece görsellik bağlamında değildir. Yazınsal söylemi de görsellikle kesiştiği noktalarda ele alır. 'Öteleri' diyerek de büsbütün farklı yönlere ilerler. 2000'lerde ise Türkiye güncel sanatı bütünüyle şu saptadığım zemine oturdu. Tümüyle bu anlayışla bütünleşti. Ama itiraf etmeliyim ki, bu dönem aynı zamanda piyasanın bütün cesametiyle sanat alanına girdiği dönemdir. Bunu yadırgamak yanlıştır. Yanlış olduğu gibi 2000'lerde bu gelişmenin sanatı nasıl etkilediğini ayrıca irdeleyip yazmak gerekir. Ama kitap kendisine dönük gitgide artan ilgiyi 2000 sonrası sanatın temel meselelerini de kuşattığı için topladı sanıyorum.
20 YIL SONRA YENİ BASKI
Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri'ni bu son baskıya kadar sürekli olarak yeniledim. Zaman içinde yapılan eklemeler yukarıda anlattığım Türkiye sanat ortamının gelişme çizgisini de açıklar. Fakat bu baskıya başka bir şey katmadım. Çünkü yazdıklarım artık başka bütünleri oluşturuyor. Ama şunu da rahatlıkla ifade edeyim, kitabı dördüncü baskısına hazırlarken yeniden okudum. Makalelerin bugün daha da önemli olduğunu gördüm. Hatta yazdıklarımı kendim de şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Sonunda yazının öyle bir kaderi var. Onu yazan da dönüp gelip yazdığını bambaşka bir gerçeklik olarak okuyor. Son iki şey söyleyerek tamamlayayım. Birincisi, bu yazıları neredeyse 'başka' bir dille yazmıştım. Öyleydi. Karanlıkta yol bulmaya çalışıyorduk. Ele aldığımız kavramların Türkçe karşılıkları yoktu, bir; hayatımıza henüz yerleşmemişlerdi, iki. Bugün her iki bakımından da bambaşka bir noktadayız. Dolayısıyla yazdıklarımızı artık daha hazmedilmiş bir dille yazıyoruz. İkincisi, bu kitabın arkasında yoğun bir birikim var. Şunca zaman sonra dipnotlarına bakmak bile beni heyecanlandırıyor. O vakitler bugün makale yazarken kullandığımız bilgisayar programları yoktu. Hele hele dipnot programları düşünülemezdi dahi. Fiş tutardım. Hâlâ o fiş zarfları, makale dosyaları sağdan soldan çıkıyor. O yoğunluk ister istemez ele alınan problemleri de, makaleleri de güçleştiriyor. Besbelli. Bir diğer nokta şu: bu kitabı hazırlayan makalelerin düşünsel evrenini belli başlı yazarlar ve mecralar oluşturmuştu. 1980'lerde Rosalind Krauss, Yves-Alain Bois, Benjamin Buchloch, Hal Foster başı çekerler. O yıllar hocalarım ve dostlarım olan onlarındı. Gene onların yayımladığı October ve etkili oldukları Critical Inquiry elimden düşmezdi. Eski kuşaktan Donald Kuspit, Irving Sandler, Linda Nochlin, Leo Steinberg'den çok yararlanmıştım 'formasyon' dönemimde. Sonrası bambaşka bir külliyattır. 20 yıl sonra baktığımda her şeyin yerli yerinde durduğunu, kitabın da, öne sürdüğü düşüncelerin de hâlâ geçerli ve etkili olduğunu, bir akademik bakış açısının nesnelliğiyle görebiliyorum. Türkiye'deki eleştirel ve kuramsal söylemin bu yönde alması gereken çok yol var. Kitap hâlâ ışık tutabiliyor yürüyenlere. Ama bu yönde yazılmış özgün, katmanlı yapıtlar bekliyorum. Ben sanat alanında bir kuramcı oldum. Üniversitelerde sanat kuramı ve estetik dersleri verdim. Dünyadaki sanat üretimi artık soyut plandaki çözümlemeleri kaldırmıyor. Çünkü sanatın kendisi hiç olmadık kertede somutlaştı. Gene de bu tutumun önemine ve değerine inanıyorum. O nedenle de sanat kuramını diğer alanlara yönelik kuram çalışmalarıyla iç içe geçiriyorum. O nedenle de bu kitabı okuyanlar yukarıda andığım
Türkiye'de Çağdaş Sanat 1980-2000 ile, Türkiye'de Görsel Bilincin Oluşumu'nu da okursa ortaya daha bütüncül bir algı çıkacaktır. 20 yıl sonra kitabın yeni baskısını elime aldığımda bu nedenlere, gerekçelerle, 1995'tekinden daha büyük ve sağlam bir heyecan duyuyorum. Çünkü, insan bir ömrünün muhasebesini öyle her fırsatta yapamıyor....