İnsanoğlunun en büyük hayali olan zamanda yolculuğu o gerçek kıldı. Ama çok önemli iki farkla: İnsanoğlunu değil, birey olarak insanı zamanda yolculuğa çıkardı. Ve yolculuk tek yönlü oldu: Sadece geçmişe. Yolculuğa çıkmak isteyen, o amaçla kapısını çalan herkesi neredeyse anne rahmine düşüşü ile ilk cinsel arzunun ya da dürtünün uyandığı ve korkuyla, onun deyimine göre bilinçsizce örtbas edildiği dönem arasındaki, tüm psikolojik sorunların kaynağı olan birkaç yıla geri döndürdü. 1900 yılında Paris'te düzenlenen Dünya Fuarı'nda -çok büyük olasılıkla Osmanlı İmparatorluğu pavyonunda- görüp satın aldığı bir Türk divanıyla... Kendi ifadesiyle divanda düşünceyi boylu boyunca uzatıp dinlendirerek. Korkunun kapladığı, hatta sıkı sıkıya örttüğü sis tabakasının altında biriken kontrol dışı duyguların, dürtülerin oluşturduğu birikime o "bilinçaltı" adını verdi. Tıpkı yanardağın püskürttüğü, bir süre sonra kül tabakasına dönüşecek kızgın lavların altında donup kalmış hayatlar gibi. Bugün bile uzayın karanlıklarında sonu belirsiz yolculuğa çıkmaktan ya da okyanusların güneş ışınlarının ulaşamadığı derinliklerine dalmaktan çok daha tehlikeli bir sınav olan insanın bilinçaltını kolaçan etmeyi de bu ürkütücü keşifte kaybolmamayı sağlayacak 'rehber'i de ona borçluyuz.
***
10 Mayıs 1933 gecesi, Berlin: Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi lideri Adolf Hitler'in Almanya tarihinin halkoyuyla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Mareşal Paul von Hindenburg tarafından şansölye, yani başbakan atandığı 30 Ocak'tan bu yana tamı tamına 100 gün geçti. Eğitim ve Propaganda Bakanı Dr. Joseph Goebbels'in öncülüğünde Operaplatz'ta, yani Opera Meydanı'nda (günümüzde Bebelplatz) toplanan kalabalık, yakılan ateşe kitap yağdırıyor. Heinrich Heine, Karl Marx, Heinrich Mann, Thomas Mann, Bertold Brecht, Kurt Tucholsky, Erich Kastner, Carl von Ossietzky, Anna Seghers, Erich Maria Remarque, Egon Erwin Kisch, Stefan Zweig, Arnold Zweig, Ernst Glaeser ve daha nice önemli ve değerli yazarın kitaplarını...
20 BİN KİTAP YAKILDI
O gece "Yozlaşmaya ve ahlaki çöküşe son vermek, disiplini ve hem ailede hem de devlette ahlakı yerleştirmek için bu rezil kitapları alevlere teslim ediyorum" sloganıyla 20 bini aşkın kitap yakıldı. Ve ertesinde ünlü Alman yazarlarının hemen tümü ya Almanya'dan kaçtı ya da sustu. Bazıları katledildi: Erich Münsen, Carl von Ossietzky gibi. Bazıları da intihar etti: Kurt Tucholsky, Stefan Zweig gibi
***
Berlin'de 10 Mayıs 1933 gecesi yakılan kitaplar arasında Viyana'da yaşayan bir Avusturya Yahudisi'nin de yapıtları vardı. Yani, Sigmund Freud'un. İnsanı ana rahmine kadar uzanan geçmişinde yolculuğa çıkaran doktorun. İnsanlık tarihinin en büyük bilim adamlarından, en değerli beyinlerinden birinin...
TÜCCAR BABANIN OĞLU
Şu sıralar doğumunun 150. yıldönümü Batı dünyasında yoğun etkinliklerle kutlanan 'psikanaliz'in babasının, kurucusunun, yaratıcısının... Ve Freud o sıralar 77 yaşındaydı. Ve Cinsiyet Üzerine, Cinsellik Üzerine, Bir Yanılsamanın Geleceği: Bilim ve İman, Dinin Kökenleri, Düşlerin Yorumu, Psikanaliz Üzerine, Hazreti Musa ve Tektanrıcılık, Totem ve Tabu ve de onun imzasını taşıyan nice kitap çığlıklar, sloganlar, küfürler eşliğinde Operaplatz'taki cehennem ateşine atılıyordu.
***
Sigmund Freud (ya da nüfus cüzdanındaki adıyla Sigismund Schlomo Freud), 6 Mayıs 1856'da, günümüzde Çek Cumhuriyeti topraklarının kuzey-doğusunda yer alan Moravya'nın Pribor (o dönemdeki adı Freiberg) kasabasında, pamuk ve yün ticareti yapan, liberal, özgür düşünceli bir Yahudi tüccarın, Jacob Freud'un yedi çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. O üç yaşındayken ailesi Viyana'ya taşındı. Son bir yılını saymazsak, yaşamının tümünü artık Avusturya başkentinde geçirecekti. Babası neredeyse iflas etmişti, kalabalık ailesinin geçimini sağlamakta çok zorlanıyordu ama Sigmund başta olmak üzere tüm çocuklarının entelektüel gelişmelerini desteklemek için elinden geleni yapıyordu. Freud, 1873-1881 yılları arasında Viyana Üniversitesi'nde tıp öğrenimi gördü, son derece parlak dereceyle mezun oldu. Ertesi yıl tanıştığı Hamburglu bir Yahudi ailesinin kızı Martha Bernays'la gizlice nişanlanırken (1896'da evlendiler, altı çocukları oldu: Mathilde, Jean-Martin, Olivier, Ernst, Sophie ve Anna), Viyana Hastanesi'nde 'elektrofizyoloji'nin öncüsü olarak gösterilen Profesör Nothnagel'in servisinde işe başladı. Ertesi yıl Paris'te dönemin en büyük nöroloğu olarak gösterilen Jean-Martin Charcot'un kliniğinde çalışmaya başladı. Özellikle 'histeri' hastalığında uzmanlaşmak istiyordu. Bir yıl sonra Viyana'ya dönüşünde kendi kliniğini açtı. 'Nörolog' olarak. Tıp, psikoloji, psikanaliz çevrelerinde deprem yaratacak 'Oidipus kompleksi'nden ilk kez 1897'de bir arkadaşına yazdığı mektupta söz etti. 1900'de bugün bile psikanalitik teorinin temel taşı kabul edilen ünlü Düşlerin Yorumu kitabını yazdı. 1902'de Viyana Üniversitesi'nde nöropatoloji profesörü oldu. 1913'te 'ensest' olgusunu analiz ettiği Totem ve Tabu'yu yayınladı. 1923'te hastalandı. Ağız kanseri olmuştu. Dudaklarının arasından hiç eksik olmayan sigaralar yüzünden. Ölümüne kadar 33 kez ameliyat edilecekti ve tarifsiz acılar içinde can verecekti. 1923-1930 yılları arasında "İd", "Ego" ve "Süperego" teorisini ortaya attı. 1933'te Avrupa'da kara bulutların toplanmaya başladığını görünce Albert Einstein ile birlikte Neden Savaş? kitapçığını kaleme aldı. 1938'de Londra'ya göç etmek zorunda kaldı, ertesi yıl son nefesini verdi. Uzun hayatı özetle böyle... Ancak daha sağlığında "Dünyanın uykusunu kaçıran adam" diye ünlenen Freud'u bu kadarla geçiştirmek mümkün mü? İnsanı korktuğu tüm kompleksleriyle yüzleştiren Freud, psikanaliz sözcüğünü ilk kez 1896'da Fransızca yazdığı bir makalede kullandı. 'Psiko-analiz' şeklinde. Klinik çalışmalarında nevrozluları incelerken, onlarda gözlediği baskı ve çatışmalara pekâlâ sağlıklı, yumuşak başlı, uysal kişilerde de rastlanabileceğini saptadı. Anlamı: Nevrozun ya da -birçok türü olduğunu göz önüne alırsak- nevrozların 'patolojik' değil, 'psikolojik' stres ve gerginliklerin uç verdiği alternatif yollar olduğunu kavradı.
HİSTERİ CİNSİYET FARKI TANIMAZ
Bu tıpta devrim yaratacak bir buluştu. Tıpkı o güne kadar sadece kadınlara özgü bir hastalık sanılan 'histeri'nin aslında cinsiyet farkı gözetmediğini ispat etmesi gibi. Freud dil kaymalarının, bildik isim, telefon numarası ve olayları unutmanın, günlük yaşamda normal insanların başkaca alışılmadık davranışlarının bir 'hata' sonucu olmadığını da kanıtladı. Tüm bunlar bireyin onca gizleme ve bastırma çabalarına rağmen yüzeye çıkan düşüncelerinin belirtileriydi. Sayfayı elbette Freud'un öğretileriyle, günümüzde artık başlı başına bir bilim dalı haline gelen psikanaliz üstüne teorik bilgilerle dolduracak değiliz. O nedenle teorisini bir cümleyle özetleyip geçelim: "Davranışlarımız ve düşüncelerimiz bilinçaltımız tarafından yönetiliyor." Her ne kadar erkek çocukların annelerine duydukları saplantılı sevgiyi anlatan 'Oidipus kompleksi' gibi tezleri artık kabul görmese, hatta çürütülmüş olsa da ('Narsizm' kuramının olanca gücüyle ayakta durduğunu hatırlatmakta yarar var) tüm uzmanlar onun bütünlüklü bir sistem oluşturduğunu, insan psikolojisinin nasıl işlediğini müthiş bir şekilde gözler önüne serdiğini kabul ediyor.
***
Freud'un Viyana'da, Berggasse No.19'daki kliniğinde bilinçaltına yolculuğu ilerletmeye çalıştığı ve bu araştırmalarının artık tüm Avrupa'da yankılanmaya başladığı yıllarda, 1910'lara doğru Avusturya başkentinde Yahudi karşıtlığı hızla yayılıyordu. Bunu en iyi Avusturya'nın Alman sınırına yakın Braunau kasabasında doğmuş, Viyana'da güzel sanatlar fakültesinin resim bölümüne kaydolmak için çırpınan (iki kez sınava girdi, ikisinde de öğretmenler "Sende resim yeteneği yok, bu sevdadan vazgeç," diyerek kapıyı gösterdiler) tuhaf bıyıklı bir genç gözlüyor, görüyordu. Çünkü sokağın nabzını tutuyordu. Cebinde beş para bile olmadığı için belediyenin yoksullar evinde yatıyor, yardım derneklerinin dağıttığı günde bir tas çorbayla karnını doyuruyor, kartpostal büyüklüğündeki suluboya resimlerini satın almaları için Viyana meydanlarında insanlara yalvarıyordu. Ve o da müthiş bir Yahudi karşıtıydı. Karşıt sözcüğü hafif kalır; Yahudi düşmanıydı. Annesini ölüm döşeğinde tedavi eden ve kurtaramayan doktor da lisede ona kan kusturan tarih öğretmeni de Yahudi olduğu için. 1889 doğumlu o gencin adı Adolf Hitler'di. Ve 25 yıl sonra Freud'un felaketi olacaktı.
***
Yıl 1938. Tıp dünyasında artık iyice ünlenen, adına dernekler kurulan Freud, Almanya'nın Avusturya'yı ilhakıyla bir dönemin kapanmakta olduğunu anladı. Yaşlıydı, yeni bir hayata başlayamayacak kadar yaşlı... Omuzlarında 82 yılın ağırlığı vardı. Nazi ordularının Viyana'ya girmelerinden birkaç gün sonra SS'ler Freud'un evine dayandılar, tepeden tırnağa aradılar. Kızı Anna'yı alıp götürdüler. Anna o akşam serbest bırakıldı ama dostları, özellikle de Marie Bonaparte ona "Artık tekin bir yer olmayan" Viyana'yı terk etmesi gerektiğini telkin etmeye başladılar. Sonunda kabul etti, Londra'ya gidecekti. ABD'nin Viyana Büyükelçisi W.C. Bullitt'in Avusturya'yı fiilen yönetmekte olan Alman makamları nezdindeki girişimleri ve sadece dostu değil, aynı zamanda hastası olan Marie Bonaparte'ın maddi yardımları sayesinde Freud sonunda eşi ve kızıyla birlikte Viyana'dan çıkabildi. Çocuklarından ikisi zaten daha önce İngiltere'ye kaçmayı başarmışlardı. Çeşitli uygarlıkların eseri heykelcik koleksiyonunu, kitaplarını ve o ünlü divanını da götürmeyi unutmadı. Freud'u Londra'da büyük bir kalabalık karşıladı. Hampstead tepelerindeki güzel bir eve yerleşti. Hem konutu olacaktı hem de kliniği.
TÜRK DİVANINA TÜRK KİLİMİ
İngiltere başkentinde de hastalığı iyice ilerlemesine rağmen, birkaç hastayla ilgilendi. Kendisinin geliştirdiği 'Serbest çağrışım' yöntemiyle onları bilinçaltlarındaki baskılardan kurtarmaya çalıştı. İzmir'den getirtilmiş bir kilimle kaplı ünlü divanına yatırarak. (Kilim Freud'un kız kardeşiyle evlenen uzaktan akrabası Moritz Freud'un armağanıydı. Moritz Freud, Selanik'te ticaretle uğraştığı yıllarda İzmir işi bu kilime görür görmez hayran kalmış ve satın almıştı. Yıllar sonra kayınbiraderine armağan edecekti. Çünkü Türk divanına Türk kilimi yakışırdı.) 1939 Eylül'ünde acıları katlanılmaz işkenceye dönüştü. Sözü çok yakın dostu ve öğrencisi Hans Sachs'a bırakalım: "21 Eylül günü başucunda otururken Freud elimi tuttu ve yumuşak ama kesik kesik konuştu: 'Sevgili Schur, seninle ilk görüşmemizi hatırlıyor musun? Ayrılma zamanı gelince beni yalnız bırakmayacağına söz vermiştin. Hayat artık benim için bir işkenceden başka bir şey değil ve hiçbir anlamı yok.' Başımı salladım, sözümü unutmadığımı söyledim. Rahatladı. Derin bir nefes aldı ve elimi avuçlarının içinde tutarak, 'Teşekkür ederim,' dedi. Bir an sustuktan sonra ekledi: 'Kızım Anna'ya da bunları anlat.' Ne onun sözlerinde duygusallık vardı ne de benim yanıtlarımda acıma. Sadece ikimiz de gerçeğin bilincindeydik, o kadar. Freud'un arzusunu yerine getirip konuşmamızı naklettim. Acısı dayanılmaz boyutlara varınca, derisinin altına iki gram morfin şırınga ettim. Az sonra rahatladı ve huzurlu, derin bir uykuya daldı. Acının izleri yüzünden kayboldu. 12 saat sonra aynı dozda bir morfin daha vurdum. Komaya girdi ve bir daha uyanmadı. 23 Eylül 1939'da, sabaha karşı 03.00'te son nefesini verdi." Acısından kafasını duvarlara vuracak hale geldiğinde bile elindeki sigarı gösterip "Öleceğimi bilsem yine bundan vazgeçmem," diyordu. Dediğini yaptı; öldü ama vazgeçmedi. Kim bilir hangi takıntı, bilinçaltındaki hangi korkular ya da özlemler veya bastırılmış duygular onu tütünün kölesi yapmıştı? Yanıtını en iyi Freud ekolünden yetişmiş uzmanlar ve akademisyenler verebilir. Yine de az yaşamadı. İçine iki dünya savaşı sığdırılmış 83 yıllık bir ömür... Ona çok şey borçluyuz, çoook. Freud olmasaydı, insan belki de kompleksleriyle yüzleşemeyecekti.