Şimdi bütün şarkıcıların derdi ticari başarı. Müzikal kaliteyi ikinci plana itiyorlar. Ben bugüne kadar asla 1.5 milyon satsın diye albüm yapmadım. Ama 50'den çok şarkım Türkiye'de bir numara oldu. 'Eylülde gel', 'Fabrika kızı', 'Gitme' gibi şarkılarım bugün bile yıllara direniyor
Türkiye'nin aşka ihtiyacı var. Aşkı sadece kadın ile erkeğin arasındaki elektrik olarak kastetmediğimi söylemek isterim. Ben hayata aşkla bakmayı anlatmaya çalışıyorum. Kediye, köpeğe, çiçeğe de duyulabilen aşktan söz ediyorum. Bu tanımdan yola çıkarsak, Türk insanını bu kavramdan uzak görüyorum
***
Ortalıklarda görünmediği, yani pek gündemde olmadığı bir sırada, sararmış yaprakları (hem ağaçların, hem defterlerin) simgeleyen sesi, Alpay'ı, "Pazar Portreleri" sayfasına konuk etmemizin tek nedeni var: Her gün daha da katmerleşen özlem. Büyük ozan Ahmet Arif'e prangalar eskittiren hasret. Acısı hala ciğerimi delen, yokluğuna asla ama asla alışamayacağım (Yine o ünlü şiirinde "Yokluğun cehennemin öbür adıdır" diyen Ahmet Arif ne kadar haklıymış) biricik dostuma özlem. Ömrümün ne kadar güzel ve keyifli olduğunu şimdi şimdi anladığım yıllarıma hasret. O yılları yaşadığım yere, o yılları paylaştığım insanlara hasret... Ve özlem deyince, hasret deyince (ikisi eş anlamlı gibi görünüyor ama 'hasret'in çağrışımları bir başka), belleğimde, kulaklarımda, dilimde her zaman, hergün sarp vadiler arasındaki rüzgarı anımsatan ezgiler yankılanıyor: "Dağların arkasında yar / Önündeyse ayrılık var..." Alpay'ın şarkısı. "Uzuuun" diyerek kullanmadığı soyadıyla Alpay Nazikioğlu'nun. İlk kez o mutlu yıllarımda dinlemiştim ve çok sevmiştim. Ama nedensiz ve de tarifsiz bir hüzünle. Meğer bugünlerin önsezisiymiş. Hiç unutmuyorum "Audio" kasetin kapağında şöyle diyordu Alpay: "Bu büyüleyici ezgileri Anadolu'nun derinliklerinde bulup getirdim." Yani, anonim müziğe kaliteli bir güftenin esvabını giydirmişti sadece. Yanıldığını yıllar sonra bir rastlantı sonucu fark ettim. Hayır, müzik anonim değildi. Ara Dinkçiyan'ın bir bestesiydi. Diyarbakır'da bir zamanlar nam salmış ses ve saz sanatçısı Onnik Dinkçiyan'ın ABD'de doğan oğlunun. (Dünyanın en iyi ud sanatçıları arasında sayılan Ara Dinkçiyan yapıtlarında Ermeni müziğinin sık kullanılan makamlarını, ritmik yapısını ve ezgi düzenini esas alıyor. "Night Ark" adlı dört kişilik grubu var. Diğer üyeleri: Türkiye doğumlu Arto Tunçboyacıyan, Burdur'dan ABD'ye göç etmiş ailenin evladı Armen Donelyan ve de Marc Johnson. Ah unutmadan, "Night Ark" birkaç yıl önce Elefteriya Arvanitaki ile birlikte İstanbul'da konserler verdi. Büyülediler tabii...) Alpay'dan kısa bir süre sonra Ahmet Kaya, aynı ezgileri bir başka güfteyle söylemesin mi! Hatırlayacaksınız; "Ağladıkça..." O da dağlardan söz ediyordu, kendini dağlara vuruyordu: "Dağlarda öfkeli başım, gurbette hep akşam oluyor..." Ve o da kasetinde müzik için "anonim" kaydını düşmüştü! Fikir ve sanat mülkiyeti haklarına hiç de saygı göstermeyen, "korsanlar"ın cirit attığı bir ülke için son derece doğal. Ama bir o kadar da utanç verici. Ne yazık ki Ahmet Kaya'nın "Ağladıkça"sı, Alpay'ın "Dağların arkasında yar"ini perdeledi. Ardından Selda, Mine Coşan da repertuvarlarında "Ağladıkça"yı tercih edince işin ölçüsü kaçtı. Olsun. Alpay'ın "Resmine her baktığımda / Sevdiğim ah içim acıyor / Varsın acısın içim / Ben seni çok seviyorum / Seninle gelen tüm acılara / Buyrun hoş geldiniz diyorum" hıçkırığı bugün bile - başta ben olmak üzere- binlerce kişinin gönül tellerini titretiyor ya; 40 yıllık sanatçıya yeter de artar bile. 40 yıl mı? Fazlası var, eksiği yok. Kendi ifadesiyle, 27 göbek öncesinden İstanbullu, ancak Atatürk'le birlikte Ankara'ya taşınmış Nazikioğlu ailesinin oğlu Alpay sahneye ilk çıktığında, takvim yapraklarının yıl hanesinde 1964 yazıyordu. O sırada Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde son sınıf öğrencisiydi. Aslında birkaç yıldır adı da şarkıları da dillerde dolaşıyordu ama yüzünü gören yoktu. Kuzeninin (Şanar Yurdatapan) konserlerinde bazen o da bir-iki parça söylüyordu. Perde arkasından. O yüzden de "Çirkin, cüce, kambur olduğu için kendini göstermek istemiyor" iddiaları yayılmıştı. Söylentilere omuz silkip geçiyordu, çünkü tanınmak, sokakta rahatsız edilmek istemiyordu. Ancak bir yere kadar direnebildi. Uzatmayalım; 1964 yılında Ankara'daki Büyük Sinema'da ilk ciddi konserini verdi ve de yüzünü gösterdi. O dönemde konser biletleri ortalama 2.5 liraydı. Alpay'ı dinlemek için 25 lira ödeyen hayranları sinema salonunu hıncahınç doldurdular.
ORTA YAŞIN HİTLERİ
Alpay'ın o ilk konserden bugüne "hit" olmuş Türk hafif müziği hazinesinin en değerli mücevherleri arasında sayılan ve en az 50'si haftalarca liste başı olan parçalarının dökümünü yapmaya kalksak, upuzun bir liste hazırlamamız gerekir. Ama her biri bugün bile orta yaş ve üstündeki kuşaktan binlerce, on binlerce kişinin -çevreden saklamaya çalışarak- gözlerini nemlendirmeye devam ediyor: 'Kara tren', 'Eylül'de gel', 'Maria', 'Ayrılık rüzgarı', 'Fabrika kızı', 'Senin için', 'Gitme', 'Hayalimdeki resim', 'Estrella del mar', 'Now I'm alone', 'El vagabundo', 'Adios Maria', 'Norma Mia', 'Bu kaçıncı sevda', 'Yüreğimi al', 'Bir daha böyle seversem', 'Muhabbet kuşları', 'Yüreğine al küçük bir öykü'... Ve daha neler neler. Ama ille de ve her zaman "Dağların arkasında yar..." (1960'ların sonlarında uzmanlık ölçüsünde klasik Batı müziği sevdalısı bir büyüğüm vardı. O kadar uzmandı ki, klasik Batı müziği resitallerinin eleştirilerini yazardı gazetelerde, dergilerde. O da eşi de Ankara Üniversitesi'nden arkadaşları olan Alpay'ın konserlerinin hiçbirini kaçırmazlardı. Yurdun neresinde olursa olsun. Sorardım, "Senin gibi klasik müzik düşkünü biri Alpay'ı nasıl sevebilir? Neden onun peşinden karda kışta Anadolu yollarına düşebilir?" Gülmüştü: "Alpay'ın parçalarından Mozart'ın, Çaykovski'nin konçertoları kadar zevk duyuyorum." Yıllar sonra anladım, hak verdim.) Alpay'ın ailesinin Atatürk'le beraber Ankara'ya taşındığını söyledik. Taşınmakla kalmadılar, yeni rejimin, Cumhuriyet'in kadrolarına epey katkıda bulundular. Soyağacının başlıca dallarını tırmanmaya çalışalım:
BABA TARAFI:
Babası Turhan Cemal Bey, Devlet Demir Yolları'ndan emekli bürokrat. Dedesi Cemal Bey kaymakam. Tek eşi Behice Hanım'dan (Alpay'ın babaannesi) 5 çocuğu oldu. Hepsine Cemal adını verdi: Namık Cemal Nazikioğlu (hukukçu), Ferruh Cemal Hanım (evlenince "Anada" soyadını aldı), Ezel Cemal Nazikioğlu (DDY'de gar müdürlüğü yaptı, uzun yıllar Haydarpaşa Garı'nın müdüriyet odasında fotoğrafı vardı), Turhan Cemal Nazikioğlu (Alpay'ın babası), Semiha Cemal Nazikioğlu (hukukçu, Maliye Bakanlığı'nda Hazine avukatlığı yaptı.) Bir hayli geniş sülalede Alpay'ın dedesi Cemal Bey'den gelenler Cemal Nazikioğlu diye anıldı, kardeşi Mehmet Esat Bey'in kolundan gelenler ise başta Baydar, daha sonraki yıllarda ise Baydar Nazikioğlu soyadını benimsediler. Bu koldan gelenlerden Mehmet Esat Bey'in Fehime Hanım'la evliliğinden doğan çocuklardan da epey ünlüye rastlıyoruz. Örneğin Nasuhi Baydar. Fransızca'dan yaptığı çevirilerle yazın dünyamızda haklı bir saygınlığa kavuştu. Sonra iki kızı oldu Mehmet Esat Bey'in: Fahrünnisa (Yunt) ve Melek (Nurelgin) hanımlar. Ve daha sonra bir oğul daha: Alaaddin Baydar Nazikioğlu. Alpay'ın deyimiyle, "Fenerbahçe'nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından biri..." Spor dünyası onu "Ala" diye bilirdi. Ünlü Bekir-Zeki-Ala üçlüsünün Ala'sı. Bir dönem futbol oynamış, gol krallığına kadar yükselmiş, genç milli takıma seçilmiş Alpay ile Ala'nın kardeş çocukları olduğunu söylemeye gerek var mı?
ANNE TARAFI:
Daime Hanım'ın, yani Alpay'ın annesinin soyağacının üst dallarının birinde, birkaç kuşak öncesinde -iddiaya göre- bir Sırp kralı var. Sanatçı da "Öyle şeylere meraklı olmadığım için adını hiç araştırmadım" dediğine göre, saygı gösterip es geçelim ve büyük dededen başlayalım: Hersekli Mehmet Ali Paşa. Onun oğlu Servet Paşa, Mustafa Kemal Atatürk'le birlikte Çanakkale'de savaşan komutanlardan. Mustafa Kemal'in hayatını bir düşman şarapnelinin cep saatine çarpmasına borçlu olduğunu ilk anlatan cephe ve silah arkadaşı. Mehmet Ali Paşa'nın Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde öne çıkmış bir torunu daha var: Hüsrev Paşa. Yani Hüsrev Gerede. Servet Paşa'nın Mevhibe Hanım'la evliliğinden beş çocuk dünyaya geldi. Hepsine "D" harfiyle başlayan isimler koydu: Danyal (Yurdatapan), Danende (Arpaç), Dana (Yurdatapan), Daime (Nazikioğlu), Daniş (Yurdatapan). Şanar Yurdatapan'ın babası olan Korgeneral Danyal Yurdatapan, 27 Mayıs ihtilalinden sonra Bursa Valiliğe'ne getirildi. Ailede bir 27 Mayıs'çı daha var: İhtilali yapan Milli Birlik Komitesi'nin üyelerinden Yarbay Sezai Okan. Alpay'ın anlatımıyla bağ şöyle: Sanatçının büyükbabası ile Sezai Okan'ın babası kardeş çocukları. Alpay çocukluğunu dönemin devlet büyüklerinin yakınlarında ve etki alanında yaşadı. Söz onun: "Hayatım 3.5 yaşımdan orta okul sonuna kadar at üstünde geçti. Ankara'da, Saraçoğlu Mahallesi'ndeki çayırlarda ata binerdik. İsmet Paşa da at bindiği için, rastlaşırdık." İsmet İnönü'yle sık sık karşılaşmasının tek nedeni, ortak hobinin getirdiği rastlantılar değildi. Alpay'ın annesi Daime Hanım, İsmet Paşa'nın CHP Genel Merkezi'ndeki özel kalem müdiresiydi. Uzun yıllar yürüttü bu görevi. Hatta Paşa'yla birlikte yaşlandıklarını bile söyleyebiliriz. (İsmet Paşa bir gün CHP Genel Merkezi'nin merdivenlerini inerken sendelemiş, tam düşerken Daime Hanım'ın koluna tutunmuştu. Ertesi gün basında İnönü ile Daime Hanım'ın kol kola fotoğrafları. İnönü akşam yorgun argın eve, daha doğrusu köşke dönmüş, yemekten sonra eşi Mevhibe Hanım'a "Haydi" demişti, "Bezik takımlarını getir." Yaşları bir hayli ilerlemiş Paşa ile eşinin her gece tek eğlenceleriydi bu. Ne var ki, gazetelerde gördüğü fotoğraflarla kıskançlık damarları kabarmış olan Mevhibe İnönü, o gece aksilendi. Asık bir yüzle "Git, Daime Hanım'la bezik oyna" deyip odasına çekildi!)
CUMHURİYET AİLESİ
İlk kez bir portrede, bir sülalenin soyağacı dallarında böylesine dolaşıp durduk. Nazikioğlu ve Yurdatapan ailelerinin cumhuriyetin "Çıktık açık alınla 10 yılda her savaştan" coşkusunun yaşandığı dönemdeki önemli konumlarını anlatabilmek için. Yani Alpay'ın sadece şarkıcı olmadığını vurgulamak için. Cumhuriyet'in o coşkulu yıllarına onun ve ailesinin de tanıklık ettiğini vurgulamak için. Ve de Cumhuriyet'in ilk döneminde Atatürk ve arkadaşlarının çevresindeki kadronun imbikten süzülmüş, kökleri yüzyıllar öncesine uzanan ailelerden geldiğini anlatabilmek için... Ve bir de Alpay'ın şarkıcılığında aile bağlarının etkisini vurgulamak için. İlk kez kuzeni Şanar Yurdatapan'ın ısrarıyla sahneye çıktığını yukarda anlattık. Yurdatapan o sırada Türkiye'nin en ünlü orkestrasında çalıyordu: Durul Gence ve arkadaşları! Kimler yoktu ki o grupta... Piyanoda Murat Sungar (geçenlerde kamuoyunu epey dalgalandıran bir mektupla emekliliğini isteyen AB Büyükelçimiz), basgitarda Şanar Yurdatapan, gitarda Yurdaer Doğulu, davulda Durul Gence... Orta yaş ve üstü okurlarımın "Hey gidi günler hey" diye iç geçirmelerini duyar gibiyim. Aldırmayın. Koyun müzik setinize "Eylül'de gel"i. Tam mevsimi. Tam ayı. "Adını anarken / Bekletme ne olur / Gelmek zamanı gel / Yok yok yok / Gitme gitme gel / Eylülde gel Konuşmadan yürüyelim, gireyim koluna / Görenler 'dönmüş, hem de mutlu' diyecekler / Ağaçlar sevinçten başımıza konfeti gibi / Yaprak dökecekler..." Gelmesini ya dönmesini beklediği, yollarını gözlediği biri olmayan benim de, o kült parçamı mırıldanmama izin verin lütfen... Melekler alemindeki dostuma: "İki kadeh koydum masama / Biri senin, biri benim için / Bir ondan bir bundan içiyorum / Seni çok seviyorum..."