Bugün konuğumuz Resneli Niyazi Bey... "Neredeyse 100 yıl öncesinin kahramanı da nereden çıktı" diye soracaklara bir cevabım var ama doğrusu ne kadar ikna edeceğimden emin değilim. Öyle ya; bayram değil (Resneli Niyazi'nin İkinci Meşrutiyet bombasının pimini çeken Balkanlar'a çıkışına daha üç ay var), seyran değil (Akademik çevreler dışında onun adını anan yok), öyleyse eniştem beni niye öptü? İnanın, on gün öncesine kadar -elbette anısı önünde saygıyla eğiliyorduk ama- Resneli Niyazi'yi bir tatil günü evlerinize konuk edeceğimiz bizim de aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Ancak... İçinizdeki bir sesin sizi zaman zaman yönlendirdiğine inanır mısınız? Bu içgüdü değil, altıncı duyu da telepati de mezar ötesiyle iletişim kurmak da transa geçme seanslarındaki gaipten mesaj almak da değil. O başka bir şey. İşte o başka bir şey geldi geçenlerde başıma. Hemen hepimizin, hepinizin -hayatınızın herhangi bir gününde veya gecesinin bir vaktinde- yaşadığınız, açıklanması güç bir olayın bir benzeri. Fulya'dan geçiyordum. Trafiği yoğun yolda kafamdaki portre adaylarının uzun listesini elemeye uğraştığım bir sırada, içimde bir ses "Başını sağa çevir" dedi. Aldırmadım. Birkaç saniye sonra aynı ses: "Lütfen başını sağa çevirir misin?" Çevirdim. Olağandışı bir şey görmedim. Şoförden arabayı kenara çekmesini istedim. Durduk. İndim. Geriye doğru 50 metre kadar yürüdüm. Çevreyi taradım. Yine içimdeki ses "Şuraya bak" diye fısıldadı. Baktım. Bahçesinde çocukların oynadığı bir okul. Gözüm tabelasına takıldı: "Resneli Niyazi Bey İlköğretim Okulu." Sonra içimdeki sesin yerini tabelanın seslenişi aldı. Ya da tabeladaki sesin içimdeki yankısı: "Beni yazmayacak mısın?" Hani, Fransız pilot-yazar Antoine de Saint- Exupery'nin "Küçük Prens"inde, uzak bir yıldızdan dünyamızdaki bir çöle düşmüş veya uçmuş çocuğun, uçağı bozulduğu için zorunlu iniş yapan pilota "Bana bir kuzu resmi çizer misin" diye başlayan olağanüstü şiirsel diyalogu var ya; öyle bir büyünün beni sarıp sarmaladığını hissettim. "Yazmalısın" dedi o ses, "Gerçi Ordinaryüs Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın çabalarıyla 'Hatırat-ı Niyazi' adıyla anılarım yayınlandı ama kimsenin anladığını sanmıyorum. Nasıl ben 'Oha falan oldum yani' türü deyimlerinizden ve de Türk-amer-ingliş dilinizden hiçbir şey anlamıyorsam, sizin de anılarımın bilmediğiniz bir yabancı dille kaleme alındığı izlenimine kapıldığınızdan eminim. Haksız da sayılmazsınız; örneğin şu cümleyi gününüzde kim sökebilir ki: "Bugün saat dört buçuk raddelerinde Serez ulema ve eşraf ve muteberan ve ahalisi ve milel-i muhtelife rüesay-ı ruhaniyesi ve memur ve sunufı selasi askeriyenin umum zabitan ve efradı sancak küşadıyle müsellehan daire-i hükümete gelerek çakerlerini ba'd-et-tahlif sureti zirde naklen arzolunan telgrafnamenin atebe-i ulyay-ı hazreti hilafet-penahiye keşidesiyle matluplarının is'afına müsaade buyurulmasını istirham eylemekte olduklarını ve hükümet dairesiyle ebniye-i emiriyede içtima eden bilumum asker ve ahalinin cevab- ı muvafakat almayınca dağılmayacaklarını suret-i kat'iyyede ifade eyledikleri maruzdur." İmza: Fırka Kumandanı Hasan ve Serez Mutasarrıfı Reşid. Günümüz kuşağı için yüzde 99'u artık yabancı sözcüklerle kaleme alınmış bu uzun cümle, aslında Yıldız Sarayı'na, yani Padişah 2'nci Abdülhamit'e çekilen telgrafın metni. Deniyor ki; "Serez'in din adamından memuruna, azınlığından çoğunluğuna, askerinden siviline kadar ne kadar halkı varsa, hepsinin temsilcileri kapımıza dayanıp bu telgrafın padişahımıza çekilmesi için bize baskı yaptılar ve olumlu yanıt alıncaya kadar dağılmayacaklarını kesin ve kararlı bir dille bildirdiler." Haklıydı Resneli Niyazi Bey... Onu günümüz gençliğine de tanıtmalıydım. Çünkü bugün özgürlük, demokrasi, Batı ile bütünleşme adına ne yapıldıysa şu son yüz yılda, hepsinin başlangıç noktası ve de meşruiyet kaynağı onun zembereğini kurduğu devrimler dizinin armağanıdır.
***
3 Temmuz 1908 tarihinde, akşama doğru Yıldız Sarayı'na, Padişah'ın başmabeyincisine bir telgraf, daha doğrusu yukarıda bir örneğini verdiğimiz telgraflar zincirinin ilk halkası uzatıldı. Şöyle bir göz gezdirdikten sonra hemen Arnavutluk'tan Arabistan'a kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu'nda 33 yıldır kendisinden habersiz bir kuşun bile uçamadığı 2'nci Abdülhamit'e arz etmek üzere sandalyesinden can havliyle fırladı. Abdülhamit, Ahmet Niyazi Bey adındaki bir kolağasının 160 kişilik birliğiyle Makedonya'da, Ohri yakınlarında dağa çıktığını bildiren telgrafı okuduktan sonra, başmabeyincisine "Canım telaşlanma" dedi, "Belki de eşkıya takibine çıkmıştır."
DEVLETE BAŞKALDIRDI
Gerçekten de o günlerde Balkanlar büyük çoğunluğu rum ya da Bulgar eşkıya çeteleriyle kaynıyordu. Örneğin Kolağası (Osmanlı ordusunda yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe) Ahmet Niyazi Bey'in askerleriyle birlikte kendini dağlara vurduğu bölgede o sırada Kaptan Yorgi, Toksa Fedayileri, Çirçis Çetesi gibi hepsi de birbirinden azılı ve acımasız silahlı gruplar cirit atıyordu. Abdülhamit'in iyimserliği kısa sürdü. Ahmet Niyazi Bey'in niyeti çok farklıydı: Padişah'ı "Meşrutiyet"i ilan etmeye zorlamak. O amaca baş koymuştu ve de devlete başkaldırmıştı. Niyazi Bey, sözünü ettiğimiz telgrafın çekilmesinden birkaç saat önce, yanında 160 kişilik birliği, kışla cephaneliğinden aldığı adam başına iki tüfek ve hayli bol cephane ile dağa çıkmıştı. Bir de zorunlu ihtiyaçlarının karşılanması için kışla sandığından 550 lira almıştı ama bunun hırsızlık olmadığını, ödeyeceğini belirtmek için imzalı bir makbuz bırakmıştı. Niyazi Bey ve küçük grubunun isyanını bastırmak için önce yöredeki askeri güçler üstüne gönderildi. Hepsini püskürttü. Onun bu başarıları destekçi sayısını artırdı. Kısa süre sonra emrindeki insan sayısı bini geçti. Saray'a gönderdiği telgraflar da ültimatoma dönüşmeye başladı. Bir de dağda yaşayan bir yaban geyiği katıldı gruba. Niyazi Bey, "Onu bana Allah gönderdi" dedi, evcilleştirdi. Geyik artık hiç yanından ayrılmıyordu. Abdülhamit danışmanlarına "Kim bu Ahmet Niyazi Bey" diye sormaya başladı. Şeceresini, yani dosyasını önüne koydular. 1873'te Resne'de (Bugün Makedonya sınırları içinde kalan, Manastır'a yakın bir ilçe) doğmuştu. O nedenle Resneli Niyazi diye biliniyordu. Manastır Askeri Rüştiyesi'ni, sonra da İstanbul'daki Harp Okulu'nu bitirmiş ve 3'üncü Ordu'da görevlendirilmişti. Osmanlı- Yunan harbine katılmıştı. Daha sonra Balkanlar'da patlak veren milliyetçi ayakların bastırılmasında epey yararlılık gösterince hızla terfi etmişti. Bektaşi tarikatındandı. Ayrıca o yıllarda gizliden gizliye yeni örgütlenmeye başlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır şubesine kaydolmuştu. Ve nihayet aynı zamanda Mason'du. Abdülhamit bölgeden kendini "Vatan Fedaisi" ve "Ohri Milli Taburu Kumandanı" ilan eden Niyazi Bey'in üstüne gönderdiği kuvvetlerin çatışmak yerine onun emrine girdiklerini görünce, Anadolu'dan birlik sevkedilmesini istedi. İzmir'den "Redif fırkaları" sevkedildi. Ancak onlar da harekete katıldılar. Bir çalıya sıçrayan kıvılcım orman yangınına dönüşüyordu. Ve Padişah 2'nci Abdülhamit'in uykuları kaçmaya başlamıştı. Yıldız Sarayı'ndaki depremin mesajlarını alan ve meydanın Manastır'daki gruba, yani Ahmet Niyazi Bey'e kalmasından korkan İttihat ve Terakki'nin Selanik şubesi can havliyle Kolağası Enver Bey ile daha küçük rütbeli birkaç subayı emirlerindeki askerlerle birlikte dağa gönderdiler. Çünkü Manastır'dakiler İngiliz yanlısıydı, Selanik'tekiler ise Alman. Padişah huzursuzluğu bastırmak için başyaveri Şemsi Paşa'yı bölgeye yolladı. Paşa 7 Temmuz'da Saray'a günlük telgrafını çektikten sonra Manastır Postanesi'nden çıkarken Mülazım Atıf (Cumhuriyet döneminde "Kamçıl" soyadını alacaktı) tarafından vuruldu. Dağdakilerin isyanı artık halk hareketine dönüşmüştü. Abdülhamit son bir denemede bulundu, Şemsi Paşa'nın yerine Müşir (Mareşal) Tatar Osman Paşa'yı görevlendirdi. Ancak o da artık sayıları iyice artmış olan dağdaki gruplardan biri, Kolağası Eyüp Sabri Bey ve adamları tarafından kaçırıldı. Yıldız'da panik başladı. Niyazi Bey'i yanına çekmek için 22 Temmuz'da Alman yanlısı Avlonyalı Ferit Paşa'nın yerine İngilizci bilinen Sait Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Bu, Sait Paşa'nın yedinci sadrazamlığıydı. Ama işe yaramadı. İpler artık hızla "Cemiyet" in o güne kadar yeraltında olan yönetim kadrosunun eline geçmeye geçiyordu. Ertesi gün, 23 Temmuz 1908'de, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Miralay Sadık Bey başkanlığındaki Manastır şubesi top atışlarıyla Meşrutiyet'i ilan etti. Öncülüğü veya liderliği kaptırma korkuları depreşen örgütün Selanik şubesi de Enver Bey aracılığıyla Meşrutiyet topları attırdı. Abdülhamit'in teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı. 23 Temmuz'u 24 Temmuz'a bağlayan gece tüm Osmanlı topraklarında Meşrutiyet'i ilan etti. Yani yetkilerinin çok önemli bir bölümünü parlamento ve hükümete devretmeyi kabullendi. Osmanlı illerinde artık "Yaşasın Meşrutiyet, Hürriyet, Uhuvvet ve Müsavat" sloganları yankılanıyordu. Daha önce buluşup güçbirliğine karar vermiş olan Enver ve Niyazi beyler birlikte olmasa da aynı günlerde dağlardan inip İstanbul'a geldiler. O sıralar Osmanlı'nın hayatına yeni girmiş olan "fotografi"nin erbabı kokuyu aldı. On binlerce kartpostal basılıp piyasaya sürüldü: Ortada Padişah 2'nci Abdülhamit'in fotoğrafı vardı, solunda Niyazi Bey, sağında ise Enver Bey. Ah unutuyorduk, biri daha vardı: Niyazi Bey'in evcilleştirdiği ve yanında İstanbul'a getirdiği geyiği. "Rehber-i Hürriyet" adı verilmişti ona. Niyazi Bey'e de "Kahraman-ı Hürriyet." Ve de o geyikli kartpostallar Osmanlı İmparatorluğu'nda satış rekorları kıracaktı. Niyazi Bey'in adı da bir savaş gemisinde yaşatılacaktı. Ayrıca da yığınla türküde, şarkıda, marşta... İttihat Terakki'nin tüm köşebaşlarını tuttuğu ve herkese payeler dağıttığı o geçiş döneminde Niyazi Bey sessiz-sedasız Manastır'a döndü. Ama bir yıl bile geçmeden bir kez daha İstanbul'a gelecekti. 1909 Nisan'ında kurmay başkanlığını Mustafa Kemal'in yaptığı Harekat Ordusu'yla 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için. Tabii yine geyiğiyle. Ve 27 Nisan 1909'da, Abdülhamit'in tahttan indirilip Sultan 5'inci Reşat'ın padişah yapıldığı o müdahaleden sonra yine onbinlerce kartpostal kapış kapış satılacaktı: Ortada Padişah 5'inci Reşat, solunda Niyazi Bey, sağında Enver Bey, bir köşede de "Rehber-i Hürriyet." O kadar ünlenecekti ki o geyik, sultan sülalesi sevmek için kuyruğa girecek, bağış kampanyalarında şeref konuğu yapılacak, İstanbul sokaklarındaki gezintileri "Şehrimizi şereflendirdi" diye manşetlere çekilecekti. Enver Paşa'nın hızla kolağalığından generalliğe sonra da mareşallığa terfi ettiği o başdöndürücü dönemde Niyazi Bey, ikbal kavgalarından biraz da içi bulanmış ve kararmış olarak yine Makedonya'ya döndü sessiz sedasız. Sonra Balkan Savaşı'nda orduya el verdi. Kahramanlıkları bir kez daha İstanbul'da yankılandı. Daha sonra 1913'te, Birinci Dünya Savaşı'nın ayak seslerinin duyulmaya başladığı günlerde İstanbul'daki havayı koklamak istedi.
KORUMASI ÖLDÜRDÜ
Denildiğine göre tüm köşe başlarını tutmuş ve Osmanlı'nın kaderini Almanya'ya bağlamış İttihat Terakki'nin Selanik cuntası bu ziyaret fikrinden hiç de hoşnut olmadı. Niyazi Bey, 17 Nisan 1913'te Arnavutluk'un Avlonya limanında İstanbul'a gideceği gemiyi beklerken limanda öldürüldü. Hem de koruması tarafından. O sırada 40 yaşındaydı. Son nefesini verirken tek sözcük çıktı ağzından: "Neden?'' Sorunun yanıtı İstanbul'daki iktidar kavgasında gizliydi. İttihat ve Terakki'nin en -belki de tektemiz üyesi, madem satın alınamıyor, ölmeliydi. Doksan küsur yıl sonra bugün Resneli Niyazi Bey'in adı, en başta belirttiğim gibi, Fulya'daki bir okulda yaşıyor. Bir de memleketi Resne'de bugün "Dragi Tosiya'' adıyla kültür merkezi olarak kullanılan sarayı. Paris'ten bir arkadaşının gönderdiği kartpostaldaki saraydan esinlenerek yaptırmıştı onu. Tabii onun geyiğinden ilham alan Sunay Akın'ın öykülerini ve Metin Üstündağ'ın şiirini (İçimdeki ince saz / çalı fasulyesi / kanguru kesesi / ateş böceği / Resneli Niyazi'nin / asi geyiği) saymazsak. Ah, son bir not: 27 Mayıs 1960 ihtilalcilerine de Resneli Niyazi ilham kaynağı oldu. İki gün önce 45'inci yıldönümü anılan, daha doğrusu anımsanmamaya çalışılan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk askeri müdahalesinin 38 üyeli komitesine... Demek ki, o okul tabelasının benim aklımı çelmesinin bir nedeni varmış...