Ben Bebek civarında otururum. Sabahları yataktan kalkar kalkmaz yıkanıp giyindikten sonra sahile iner, kahvelerden birisine girerim. Bebek Camisi'ni severim. Küçüktür, mütevazıdır, belli bir dönemin görkemini bir sonraki dönemin muhakemesiyle birleştirir. Şimdi önündeki park da çok güzel oldu. Gerçi Bebek akşamları yaşanacak bir yer değilse de sabahları tadına doyulmaz bir semttir. Yahya Kemal'in İstanbul'da birkaç yaşanacak yerden birisi diye nitelendirmesi orayı bence çok doğrudur. Öğleye doğru eğer hâlâ oralardaysam minareden ezan okunur. Aman Allahım! Okunan ezanın sesinden yer gök inler ama bu öyle ulvi bir duygunun sağı solu ürpertmesine benzemez. Düpedüz yüksek hacimli bir sesin ve kötü okunan bir ezanın etrafta yarattığı yılgınlıktır bu. Yıllar önce tam dibinde bir yerde otururken bu konuyu o camide görevli bir yakınımla uzun uzun tartışmış, bir noktaya da getirmiştik. Şimdi yeniden o 'çılgın' ses hacmine geri dönülmüş.
AVLUDAKİ ÇADIR
Teşvikiye'ye sık sık giderim. Bazen sadece kent duygusu uyandıran sokaklarda dolaşmak için. Bana bazı başka, sevdiğim mekânları hatırlatır orası. Etrafta çok sevdiğim kafeler, lokantalar vardır. Geçenlerde oradan geçerken bir yakınım Teşvikiye Camisi'nin bahçesindeki, görünce insanın tüylerini diken diken eden turuncu renkli bir çadırı gösterdi. İnsanın hayretten ağzı bir karış açık kalıyor. Teşvikiye Camisi biraz sorunludur. 19. yüzyıl ortasında Batılılaşmanın artık doludizgin at koşturduğu bir ortamda yapıldığından insanı şaşırtacak kadar 'eklektik' bir yapıdır. Yunan tapınaklarını andırır kolonlar, barok ve rokoko, İslami kubbe ile birleştirilmeye çalışılmıştır. Zaten cami de basbayağı dikdörtgen bir yapıdır. Ama bu karmaşık haline rağmen kendi içinde bir inceliği vardır. Şimdi o yapının bahçesine böyle bir çadır. Akıl alacak gibi değil. Demek ki, 'cami cemaati' ve ilgilileri ne Bebek Camisi'nin görkeminin onun 'minyon' yapısından, çevresiyle uyumlu dokusundan yani 'sükunetinden' kaynaklandığını fark ediyor ne de Teşvikiye Camisi'nin niteliklerini. Bugünün vurdumduymaz mantığı içinde herkes camiyi kendi maksadı doğrultusunda ve itiraf edeyim ki, çok 'çıkarcı' bir biçimde, çok 'propagandist' bir mantıkla 'kullanıyor'. Hal böyle olunca geçen hafta da değindiğim şu 'İslami estetik' meselesine geri dönmek kaçınılmaz. İSLAMİ
ESTETİK: KISITLAMA MI?
Estetikle-İslami estetik arasındaki ilişkiye dönük genel düşüncelerimi o yazıda dile getirmiştim. Dediğim şuydu: ülkedeki genel estetik doku gelişince İslami estetik de hamle yapacaktır. Fakat bir şeyi eksik bırakmıştım, burada onu tamamlayayım: Şu İslami estetik kavramı. Olabilir mi bir İslami estetik, doğru mudur öylesi bir adlandırma? Galiba pek değil. Çünkü İslami estetik deyince son derecede kategorik, çok ideolojik bir kavramdan söz ediyoruz. Marksist estetik gibi. Hayatın belli bir kategorizasyona tabi tutularak estetik planda yeniden biçimlendirilmesi. Bunun kısıtlayıcı bir yaklaşım olduğu muhakkak. Nitekim demin andığım Marxist estetiğin en temel problemlerinden birisi de budur: o kısıtlamaların dışında bir estetik gerçeklik nasıl üretilebilir? Buradan bakınca İslami estetiğin ideolojik dokusunu yeniden vurgulamak gerekmiyor. Ama bu çeki taşı gibi yerinde duran bir gerçek. Peki o zaman bu ne ifade edecek? İslami estetiği temellendirecek, kendisine ait, çok özgül bazı kalıplardan söz edilebilir mi? Bu soruyu çok genel ve soyut bir planda sorabiliriz de yanıtlayabiliriz de. Ne var ki, İslami estetik dediğimizde eğer sadece içe dönük, insanların kendi hayatlarına kaydolmuş ve nihayet belli alanlarda (sinema, tiyatro, vb) ortaya çıkan bir estetikten değil de, çok daha geniş kapsamlı, hayatın her alanına yayılan, kendisini o planda tanımlamayan insanları da kapsayan bir estetikten söz açıyorsak durum epey karışık. Böylece hayatın genişliğini daraltan bir yaklaşım kendisini dayatıyor olabilir. Bu soru henüz ne tartışıldı ne de yanıtlandı. Kategorik bir yaklaşımın çok buyrukçu (emperatif) bir hale gelmesiyse söz konusu edilen bu vahim bir şey. Şu andığım iki örnek bana işin böyle bir boyuta (farkında olarak veya olmayarak) sahip bulunduğunu düşündürtüyor. Oysa ben meselenin daha geniş bir perspektife tekabül ettiğini varsayıyorum. O da İslami estetiği bugüne kadar getirmiş, taşımış olan birikimi yeniden üretmektir. O birikimin temel niteliklerinin neler olduğunu yeniden saymak anlamsız fakat belkemiğini 'incelik' kavramının meydana getirdiği malum. Yani Attila İlhan'ın meşhur örneği verecek olursam Itri'nin müziği, Baki'nin şiiri, Sinan'ın mimarisi bugün neye tekabül ediyor? O sentezi bugün neyle ve nasıl yeniden ihya edeceğiz? Herhalde cami avlusuna çadır kurup hoparlörün sesini sonuna kadar açarak değil. Acaba ayarcılarla çadırcılar ne düşünür diyeceğim ama asıl İslami aydınlar ne düşünür?