Geçen yıl burada, Mustafa Kemal Atatürk'ün, 10 Kasım 1938 günü Dolmabahçe Sarayı'nda vefat etmesinin ardından naaşının, hangi rotayı izleyerek Ankara'ya taşındığını anlatmaya çalışmıştım. "10 Kasım'dan Sonra" başlıklı yazıyı internette okuyabilirsiniz.
Gelin bu yıl da törenin başka bir veçhesine bakalım: Cenaze marşına... Atatürk'ün tabutu üç çift atın çektiği bir top arabasının üstüne yerleştirilmişti. Dolmabahçe'den yola çıkan araba, Sarayburnu'na doğru ilerliyordu. Mahşeri bir kalabalık kaldırımlarda, evlerin damlarında, hıçkıra hıçkıra ağlayarak töreni izliyordu.
Ağır ağır yürüyen kortejdeki merasim bandosu, Chopin'in iki numaralı piyano sonatını çalıyordu. İşte bugün biraz bu parça üzerinde durmak istiyorum. Çünkü niye bu parçanın çalındığını merak edenler var.
Polonyalı besteci Chopin (Şopen) 1840'ta bir sonat bestelemişti. İki numaralı sonatın üçüncü kısmına 'Cenaze Marşı' adı verilir. (Not: Bir, bazen iki müzik aleti tarafından seslendirilen, şarkısı olamayan besteye sonat deniyor.)
Fevkalade dokunaklı olup dinleyene ölümü hatırlatan bu parça, aynı zamanda ağır ağır yürüme ritmindedir. Bu özellikleri sayesinde, cenazelerde kullanılan diğer parçalar arasından sıyrılarak dünya çapında tanınmıştır.
Beethoven'dan Wagner'e çok sayıda klasik müzik bestecisi, cenazelerde çalınması için böyle parçalar bestelemişti. Bazı parçalar ise ölüm günlerine sonradan yakıştırılmıştır.
Sadece klasikler de değil... Mesela rock grubu Pink Floyd'un 'Wish you were here' albümünde böyle bir bölüm vardır. Caz ustası piyanist Duke Ellington da 'Black and Tan Fantasy' adlı parçayı bestelerken Chopin'in sonatından esinlenmişti.
Bizim kültürümüzde cenazede müzik çalınmaz. Ancak bazı durumlarda, duaya ritmik bir biçim vermek gerekir. Örneğin cenaze törenini TV'de haberleştirirken ne çalmalı? Tüyleri ürperten bestesiyle 'Allahümme salli ala' duası bu ihtiyacı karşılar.
Hem resmi bir tören olması, hem de dönemin aşırı laikçi siyasi atmosferi nedeniyle, Atatürk'ün tabutu Cenaze Marşı ile taşınmıştı. Zaten ne çalınırsa çalınsın, sevenleri onu dualarla yolcu etmişti.
***
Ahlaki bir mesele
Geçen sene bir aralık akşamı... Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından kurulan Pera Müzesi'nde bir etkinlik var. Girişte İnan Bey ile karşılaşıp el sıkıştık. Tam uzaklaşıyordu, şeytan dürttü, "Fatih Terim hayırlı olsun" dedim. Hışımla dönüp yüzüme baktı: Ciddi miyim, yoksa lafımda bir kinaye iğnesi mi takılı?
Durumu hemen kavradı ve gözlerinde şimşekler çakarak, "Sizin olsun" deyip gitti.
İnternette dökümü var, hem de gazete kupürleriyle, fotoğraflarla. Hepsini buraya almaya kalksam, sayfa yetmez: Adam futbolculuğundan teknik direktörlüğüne, hep kavga çıkarmış, hep kabadayılık taslamış, hep tehdit etmiş, hep kriz yaratmış, hep güçlü birilerine sırtını dayayarak höt-zöt etmiş...
Atasözlerinin çoğu gerçeği anlatır. 'Can çıkar, huy çıkmaz' da onlardan biri. 65 yaşına böyle davranarak gelmiş. Ölene kadar da böyle olacak. Asla değişmeyecek.
Böyle bir kişiyle çalışmak ahlaki değerlerle ilgili bir konudur. Eğer meşrebinize uygunsa, etiğin sizce bir anlamı yoksa, mideniz kaldırıyorsa çalışırsınız tabii. Zaten yapanlar var.
***
Dikkat, hafıza aldatır
Leke çıkarmaktan pas çözmeye, pratik yemek tariflerinden mobilyayı kolayca onarmaya, hayatın püf noktalarını öğrenmeyi çok severim. Gözümüzde büyüttüğümüz bazı sorunların çözümü aslında ne de kolaydır!
Geçen gün çok hoş bir tavsiye daha öğrendim: Deniyor ki poz verilmiş fotoğraflarla yetinmeyin. Anne-babanızı mesela evde çalışırken fotoğraflayın: Yemek yaparken, ortalığı toplarken, avizeyi onarırken, arabayı yıkarken vb... Bu dünyadan göçtüklerinde, o görüntüler, poz fotoğraflara kıyasla, size çok daha fazla anıyı hatırlatacaktır.
Videoya çekmeyelim mi, diyeceksiniz. Çekin ama bilin ki videolar hayal gücümüzü fotoğraflar kadar kamçılamaz. Öte yandan sevdiklerinizin sesini de duymak istiyorsanız zaten videolarını çekeceksiniz.
Unutmadan: Bu anıları uzun süre saklamak için mutlaka flash belleğe filan kaydedin. Telefondan yanlışlıkla silinebilirler çünkü...
Hafıza aldatıcıdır. Bizimle oyun oynar. Olmamış olayları var gibi gösterir. Modern teknoloji ile hafızaya 'haddi bil arkadaş' deyin.
***
Boş insanlarız, boş!
Adam ne demiş: Gerçek, görünenden ibaret olsaydı, bilim yapmaya gerek kalmazdı... Gelin size bilimin net biçimde saptadığı, ancak öğrendiğinizde itiraz edeceğiniz, 'olmaz öyle şey' diyeceğiniz bir gerçekten söz edeyim. İnsan organlardan, organlar hücrelerden, hücreler moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar ise çekirdek ve onun etrafında dönen elektronlardan yapılmıştır. Şimdi bir soru: Çekirdek ile elektronlar arasındaki mesafe ne kadardır? Dışarıdan bakınca tabii ki çok kısadır. Değil çıplak gözle, özel yapılmış elektronik mikroskoplarla dahi görmemiz mümkün değildir. Ama orana vurursak, acayip fazla bir mesafeyle karşılaşırız. Sultanahmet Camii'ne gidelim. Kubbenin tam altına, atomun çekirdeğini temsilen bir bezelye tanesi koyalım. O bezelyeye kıyasla, elektronlar nerede dönmektedir biliyor musunuz? Kubbede! Evet, kubbede. Yani biz bir boşluktan ibaretiz. İçi boş yaratıklarız. Dünyada 7 milyar 600 milyon insan yaşamakta. Bunların içindeki yukarıda söz ettiğim atomik boşluğu kaldırırsak, sonuçta elimizde kalan parçacıklar, ancak 250'lik bir kola kutusunu doldurabilir. Bunun tek bir kişiye, size ya da bana düşen kısmı ancak bir toz parçası. Kendini evrenin merkezi sanan insanın hükmü zerre kadar işte... Soğanın cücüğü dahi değiliz.