Haliç Hasköy'deki Rahmi Koç Müzesi'ni çok severim. Burası bir endüstri tarihi müzesi: Eski otomobiller, deniz araçları, uçaklar aklımı başımdan alır. Çocukluğuma, Resimli Bilgi Ansiklopedisi'ni hatmettiğim yıllara dönerim.
Salı günü, müzeye bağlı o güzelim 1952 yapımı Fenerbahçe vapurunda, İKSV Başkanı Bülent Eczacıbaşı'nın bir kahvaltı daveti vardı. Konu, elbette ki sürmekte olan Dördüncü İstanbul Tasarım Bienali'ydi.
Tasarımın arkasında, yaşamakta olduğumuz inovasyon çağı var. Piyasaya sürekli yeni ürünler sunuluyor. Bu ürünlerin hem kullanım, hem de estetik açıdan ergonomik ve çekici olması gerekiyor ki ağır rekabete dayanabilsinler.
Ülkeler ve kentler tasarımda da rekabet halindeler. O halde parlak beyinleri sektöre çekip eğitmek gerektiriyor. Bienaller bu açıdan önemli. Tasarımı bilhassa gençlerin gündemine sokuyor; onları heveslendiriyor.
Dört yaşına giren Tasarım Bienali de işte bu misyonu Türkiye ve İstanbul için üstlenmiş durumda. Gayet de başarılı. Ben bütün bienalleri izledim. İlgi her seferinde artıyor. Rakamlar da zaten bu yönde: Geçen bienali 120 bin kişi izlemiş. Bu sefer sayının 200 bin olacağı tahmin ediliyor. Bu kişilerin yüzde 48'i öğrenci (keşke yüzde 75'e çıksa!)
Bienalin bu yılki başlığı Okullar Okulu. Belçikalı küratör Jan Boelen ve arkadaşları, mevcut tasarım eğitimini sorgulamakla yetinmiyor, yeni eğitim yöntemlerini de araştırıyor. (Yeni öğrenme biçimlerinin de tasarlanması gerek!)
Tüm dünyadan katılan 147 proje, altı okula ayrılmış durumda: Mesela Pera Müzesi'nde, Ölçekler Okulu yer alıyor. Buradaki çalışmalar, ölçek (birim) anlayışımızı soru yağmuruna tutuyor: Ölçü nedir, standart nedir, normal nedir, yeni normal nedir?
Garanti Bankası'nın kültür sanat mekanı Salt Galata'da ise Zaman Okulu var. O çalışmalar ise zaman kavrayışımızı sorguluyor.
Bir de gözlem: Baştan beri türbanlı kızları izliyorum. Ne yapıyorlar? Eserlere nasıl yaklaşıyorlar? İlk yıllarda toplu halde gelirlerdi. Genellikle üç-dört kız bir arada (hatta kol kola) gezer, birbirlerinden güç alırlardı. Sayıları da azdı. Artık hem tek başına gezenler çoğaldı, hem de sayıları çok arttı. Fevkalade sevindirici bir durum... Bienal 4 Kasım Pazar günü bitiyor. İmkanı olanlar ve merak edenler, elini çabuk tutsun. Yoksa iki yıl bekleyecekler.
***
KÜRATÖRLERE ÇENGELLİ İĞNE
Gelelim Bienal için baş küratör Jan Boelen ile yardımcıları Nadine Botha ve Vera Sacchetti tarafından seçilen eserlere... Galatasaray'daki Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi'nde, Viyana'da yaşayan Ebru Kurbak'ın Yalnız Gezegen adlı bir çalışması var. Kurbak, Suriye ve Lübnan başlıklı seyahat kitabında anlatılan tarihi ve turistik yerlerin şu anda ne durumda olduklarını saptamış: Müze (Yok oldu), Park (Askeri bölge), Lokanta (Harap halde) gibi...
Lonely Planet baskısı rehber ile Ebru Kurbak'ın hazırladığı rehber, korkunç bir uçuruma işaret ediyor. Yaşamla ölüm kadar farklı! Biri hayal, diğeri gerçek... Elinden çok sayıda gezi rehberi geçmiş bir insan olarak, çok etkilendim. Şahane bir çalışma.
Bu arada bir şeyi fark ettim. Seçilen eserlerin çoğunda, Frenklerin 'redundancy' dediği durum var: Yani ihtiyaç fazlalığı, gerekenden fazla olma durumu.
İki-üç örnek yetecekken, tasarımcı 13 örnek vermiş. Bir cümle yerine sekiz cümle yazmış. Küratörler de bir şey dememiş. Böylece tasarımın önemli prensiplerinden 'Less is more' (daha azla, daha çok şey anlatma) unutulmuş.
Gelelim Galeri Arter'de gördüğümüz, inşa edilmiş hali Koç Müzesi'nde yer alan, Suda Umut adlı çalışmaya. Bir salın üstüne yerleştirilmiş, küçük bir portatif kulübe bu.
Proje, yüzlerce toplanma alanının dörtte üçünün ranta açılmasından hareketle hazırlanmış. Fikir şu: Madem boş alan kalmadı, deprem sonrasında insanlar bu sallarda toplansın.
Nazenin bir balona benzeyen bu projeyi hazırlayanlar ve kabul eden küratörler, ne Türkleri tanıyor, ne de İstanbul nüfusunun 15 milyon olduğunun farkında.
Mesela Gaziosmanpaşa ilçesinin hayatında Boğaz görmemiş sakinleri, bu sallara birbirlerinin üstüne basa basa bineyim derken, Haliç'e düşerek boğulacaklardır! Emin olun.
Hem sanat, hem de tasarım bienallerinde... İKSV çalışanları ciddi miktarda emek ve zaman harcarken... Bazı küratörlerin ve seçtikleri sanatçıların, vaatlerini yerine getirmediğini düşünüyorum.
Dinlemeye hazırsanız ispatlarım!
***
ÖNCE KİM? GİREN Mİ, ÇIKAN MI?
Asla inanmazdım ama oldu işte: Türkler metronun yürüyen merdivenlerinde nasıl durmaları gerektiğini kısacık sürede öğrendiler. Sağda duruyor, yürüyüp gidenlerin önünü kesmiyorlar.
Buna karşılık kapıdan önce kim çıkacak, içeri önce kim girecek hâlâ öğrenemediler. Halbuki ilke çok basit. Yaş, cinsiyet, unvan, üniforma fark etmez: Kapalı, çevrelenmiş veya küçük yerde olan kişi önce çıkar.
Metronun içindeki, asansörün içindeki, binadaki, otobüsteki önce çıkar... Evde mutfaktakinin, banyodakinin önceliği vardır.
Gördüğünüz gibi gayet kolay.