Çocukluğumuzun en güzel yanı yazları köye gitmekti. Köyün en güzel anıları da, bizim eve yürüyüş mesafesindeki Kocaçay'a yüzmeye gitmek.. Yolda, yanından geçtiğimiz tarlalardan mısır ya da taze bakla toplayıp, dere kenarındaki kumda yaktığımız ateşte kebap yaptık mı günün tadına doyum olmazdı..
Bir sabah, babam topladı bizi.. "Hadi çocuklar dereye gidelim" diye.. Kışları sularını yükselip etrafı basan, köyün Manyas'la, yani dünyayla ilişkisini kesen çay yazın öyle narin, öyle sakin akardı ki..
Bir küçük yamacı söğüt ağaçları doldururdu.. Tam salkım söğüt.. Sarkan dallar suyla buluşurken derenin üzerinde hoş bir gölge oluştururdu.. Çocukken de sıcağı sevmediğimden o söğüt gölgesinde çaya girmeye bayılırdım.. Ama mandalar da ayni gölgeyi sevdiklerinden beraber çimerdik..
Hani klişeci kent çocukları, cümlenin şekline bakıp türküyü yakan köylülerle hala dalga geçerler ya, "Manda yuva yapmış söğüt dalına" diye gülerek.. Bu türkü köylünün kentliyle dalga geçmesidir aslında.
Mandanın söğüt dalına yuva yapması işte tam da budur.. O gölgede keyif çatarken sahildeki yavrusuna sinekler üşüşmüşse, onun da adı "Yavrusunu sinek kapmış" olur. Köpek ısırmasına nasıl "Kapma" derse Anadolu, sinek kapması da odur işte..
Neyse.. O sabah dere boyu dolaşıyoruz babam, ağbim ben, uygun bir yer bulmak için, bir baktık, derenin içinde 14- 15 yaşlarında bir delikanlı uzanmış yatıyor.. Su sığ, bir karış, orda öyle yatmış işte..
Babam bağırdı.. "Ne yapıyorsun orda?.." "Manda gibi yatıyorum, Fuat Ağbi" dedi, çocuk.. Ve de anlattı.. Derenin orasında aslında bir sıcak su kaynağı varmış.. Soğuk dereden sıcak su kaynıyor.. Bir nevi ılıca.. Her gün gelir o sıcak suda manda gibi yatarmış..
Biz de yanına gittik, uzandık.. Harika.. Derenin dibinden fıkır fıkır çıkıyor sıcak sular, bir de masaj yapıyor insana..
Babam keyifli olduğu sabahlar bahçeden bağırır oldu, o günden sonra..
"Haydi çocuklar, manda gibi yatmaya gidelim!.."
Şimdi bu köy, çay anısı nerden çıktı diyeceksiniz..
Bizim gazeteden Ahmet Külsoy, önüme bir kaç sayfalık bir dosya koydu..
Kapağında "Nilüfer Çayı temiz aksın" yazıyor.. Nilüfer de bildiğim çaylardan..
Bandırma'dan Bursa'ya Resmiye teyzeme giderken bayram tatilinde falan, Nilüfer Çayı'nın yanından geçerdik.. Bursa'nın da içinden akardı, dünya güzeli Deliçay.. Onun etrafı da piknik alanıydı, tatil sabahları.. Mangal yapanlar, suya girenler.. Bizler için keyifti Nilüfer ama, Bursa ovası için can suyuydu. Ovayı sulardı.. Yani köylülerin tarlalarını..
Bu ülkede yer kalmamış gibi, dünyanın en verimli ovalarını, Bursa ovasını, Adapazarı ovasını, Çukurova'yı sanayi bölgesi yaptık.. O dünyayı besleyen ovaları tükettik.. Tüketmekle kalsak iyi.. Bir türlü kontrol edemediğimiz sanayi artıkları çayları, dereleri, sahilleri kirletmeye başladı.. Ovaların içinden onları sulayan çaylar yerine zehir akmaya başladı.. Başaklar büyümez, hayvanlar ölür oldu.. Balık kaynayan o çaylara kuşlar bile konmaz oldu..
Nilüfer'i de bitirmiş sanayi artıkları..
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (Tübitak) çay sularını analiz etmiş. Sonuç korkunç.. Yasal limitlerin üç misli katı madde, ağır yağlar ve gres.. 5 katı bulanık renk, 8 katı sülfür (Yani affedersiniz gaz kaçırma kokusu..) Çaydan yükselen dumanı gözle görmek mümkün de o sularla artık tarla sulamak mümkün değil..
Nilüfer ve Deliçaylar, akar su olmaktan çıkıp atık su haline gelince, sivil toplum örgütleri ayağa kalkmış. Savaşa başlamışlar.. Bana gelen dosya bu savaşın ayrıntıları.. Konuyu Meclis'e kadar götürmüşler.
Sonuç..
Bana gelen sonuç..
Eski tas eski hamam!..