(Bu yazı 24 Ağustos 1992 tarihinde yayınlanmıştır..)
O 'Henry'nin bu öyküsünü okuduğumda ilkokul birinci sınıftaydım.. Bugünün çocukları O'Henry adını ne zaman duyuyorlar acaba?
Bu günkü Hıncal Uluç'un en büyük eğitmenlerinden biriydi, rahmetli babam.. Beni, okumayı öğrenir öğrenmez kitaplara boğan babam.. Okuma zevki aşılayan babam..
Bir hastahenede geçiyordu öykü.. Bir odada iki yatalak hasta.. Birinin yatağı pencerenin kenarında.. Öteki içerde.. Pencere kenarında oturan, içerdekine, gördüklerini anlatır, sabahtan akşama kadar.. Harika ağaçları.. Ağaçların dalına konan ve sevişen kuşları.. Açan çiçekleri.. Ağaçların altında buluşan gençleri.. Ertesi gün gene gelenleri, gelmeyenleri.. Bir film gibidir anlattıkları.. İçeri tarafta yatan bunları görebilmek için can atar.. Giderek tutku haline gelir, pencere kenarındaki yatağa sahiplenebilmek.. Aylardır dinlediği o harika şeyleri gözleri ile görmek için yapmayacağı şey yoktur. Günün birinde eline bu fırsat geçer. Pencere önündeki hastanın ölümünü kolaylaştırır. Ertesi sabah gelen hastabakıcılar, pencere önündeki cesedi alırlarken, onlardan rica eder, kendi yatağını pencere önüne taşımalarını..Taşırlar.. Adam heyecanla doğrulur, cama doğru uzanır ve görür.. Pencerenin bir metre ötesinde yüksek bir duvar vardır. Hapishane duvarı gibi.. Bu pis duvar dışında görünen hiç, ama hiçbirşey yoktur.. "Sevgili Hıncal Ağabey" diyor, Cemalettin Almaz.. "Sevgili Hıncal Ağabey, hoş geldin.. Ama lütfen şu eski, küçük, tatsız huyundan vazgeç.. Tamam, yedin, içtin, gezdin, eğlendin, afiyet olsun.. Ama unutma benim gibi beyaz badanalı, boş dört duvar arasında yaşamak zorunda olan, iki günde bir taşlı bulgur pilavı yiyen, akşamları iki küçük fareden başka ziyaretçisi olmayan insanlar da okuyor seni.. O şahane barlarda. Lokantalarda neler yediğin, THY uçaklarında nasıl servis yapıldığı imrendiyor bizi.. Kızmadın di mi?.. İnan seni çok seviyoruz.."Nasıl kızarım, Cemalettin, nasıl kızarım?.
Tahmin ettiniz. Cemalettin cezaevinden yazmış mektubunu.. Onu okurken hatırladım O'Henry'yi.. Bazen dinlemenin görmekten de iyi olduğunu..
Gittiklerimi, gördüklerimi, biraz da gitme ve görme imkanı olmayanlar için yazıyorum.. Çocukken gazetelerde Hikmet Feridun Es ağabeyin, seyahat röportajlarını büyük keyifle okurdum.. Gitmemin mümkün olmadığını bile bile.. Merak.. İnsanoğlunun en büyük hasleti, merak..
"Yediğin içtiğin senin olsun.. gördüklerini anlat" derler bizde.. İyi anlatırsan, "Ağzına sağlık, gitmiş kadar olduk da derler..
Barcelona'ya yığınla Türk gazetecisi gittik.. Niye.. Gidemeyenlere anlatmak için.. Gittiklerimi, gördüklerimi anlatıyorum.. İmrendirmek için değil.. Gidemeyenler de bir nebze gitmiş kadar olurlar belki diye, Sevgili Cemalettin.. Dünyayı benim gözümle görmelerine yardımcı olmaya çalışıyorum.. Belki O'Henry'nin öyküsündeki gibi, olandan daha ışıklı, daha mutlu bir dünya anlatıyor da olabilirim, farkında olmadan..
Ama Hıncal'ın Yeri'ne gelenler, hiç değilse sadece okurken bir nebze mutlu olurlarsa çok değil..
İnsanoğluna biraz umut, biraz şevk, biraz heyecan, biraz hedef de vermek gerek, barların bile adının Kapkara olduğu günümüz dünyasında.... İçinden geçmiyor mu, şimdi çıkmak.. O barlardan birinde benimle kadeh tokuşturmak..
Niye olmasın ki?.
Hapse girmek dünyanın sonu değil.. Milyonlarca kişi düştü hapise..
Ama içlerinden bir tane Alcatraz Kuşçusu çıktı.. Kimbilir kaçının parmaklıklarına kuş konmuşken..
Yaşam sevincini kaybetmedin mi, yaşarsın Cemalettin.. Yaşamı güzel yapacak birşey bulursun mutlak..
Mesela..
Mesela..
Türkçen, ifaden o kadar güzel ki.. O'Henry gibi öykü yazmayı deneyebilirsin.. Konu mu?. Etrafına bak.. Orada seninle birlikte yatan herkesin öyküsü bir hikaye, bir roman olabilir..
Hadi, bir dene bakalım!..