Amerikan hükümeti Türkiye'de asker-sivil ilişkilerinin girdiği yeni döneme nasıl bakıyor? Bu soruya cevap vermek için her şeyden önce "Türkiye gündeme girmeyi başardı mı" diye sormak gerekiyor. Zira Washington'da bir konuyla ilgili analiz ve yorum yapılması için her şeyden önce o konunun radara girmesi gerekir.
Özellikle yönetim nezdinde Washington'da gündeme girmek kolay değildir. Normal şartlar altında ABD gibi bir süper güç, bütün dünya ile ilgilenmek zorunda olduğu için ancak kriz içinde olan önemli ülkeler potaya girer. Kriz ve ülke ne kadar büyükse, o oranda gündemin üst sıralarına çıkma "şansı" doğar. Bu nedenle Washington'da gündeme girme kriteri her zaman "kriz" olmuştur. Gündemde olmamak bu açıdan bakınca hiç de kötü bir şey değildir.
Geçtiğimiz cuma günü bu kural bozulmadı. Washington'da sabah saatlerinde Türkiye'den gelen haberler duyulmaya başladığında ilk sorulan soru şu oldu: Bu bir kriz mi?
Normal şartlar altında, Türkiye gibi 4 askeri darbe yaşamış bir ülkede Genelkurmay Başkanı'nın istifa etmesi ve arkasından Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanlarının takip etmesi tabii ki ciddi bir durum ve önemli bir haberdi.
İstifalar kriz değil
Ama benim dikkatimi çeken ne oldu biliyor musunuz? Ne Amerikan basını, ne de Obama yönetimi bu durumu bir "kriz" olarak değerlendirdi. "Bu durum sizce neden bir kriz değildir?" diye sorunca iki Amerikalı yetkili bana şaşırtıcı derecede benzer bir şekilde şu cevabı verdi: "Eğer darbe haberi gelseydi bu çok ciddi bir kriz olurdu. İstifalar şaşırtıcı ama kriz değil."
Aslında bu durum Türkiye'nin Batı'da yaratmış olduğu siyasi istikrar imajını bütün açıklığı ile özetliyor. Batı demokrasilerinde asker, sivil otoritenin emri altındadır. Askerler sivil otoriteye karşı çıkamazlar çünkü halk tarafından seçilmiş ve demokratik meşruiyet ve sorumluluk kazanmış olan asker değil, sivil iktidardır. Türkiye'de eskiden durum bunun tam tersiydi.
The New York Times gazetesinden Antony Shadid'in ifade ettiği gibi, bundan 50 yıl önce askerler seçilmiş sivil iktidara karşı sadece darbe yapmakla kalmayıp, seçilmiş Başbakan'ı idam sehpasına yollama cüretini gösterebiliyordu. Oysa Türkiye'de askerler bugün bırakın darbe yapmayı, iktidara karşı tepkilerini ancak görevden ayrılarak gösteriyorlar. Batı açısından bakınca bu durum "kriz" değil "normalleşme"dir.
İki ayrı Washington
Bugün geldiğimiz noktada Washington'da Türkiye'nin iç politikası konusunda yapılan değerlendirme iki farklı bakış açısı arasında rekabet yaratıyor. Bir tarafta AK Parti hükümetinin Türkiye'yi daha demokratik bir ülke haline getirdiğine inananlar var. Bunlar yüzde 50 ile seçim kazanan bir iktidarın meşruiyetinin sorgulanamayacağını belirtiyorlar ve Türkiye'nin son 10 yıldır her alanda -ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel, dış politika- ciddi ilerleme kaydettiğini vurguluyorlar.
Diğer taraftaysa sesleri daha az çıkmakla beraber güçlü bir azınlık var. İsrail lobisi, neo-conlar ve Obama yönetimi içinde Türkiye konusunda özellikle Ermenistan, İran ve İsrail meselesi nedeniyle hayal kırıklığı yaşayan bir kesim bu. Türkiye'de demokratikleşme yerine bir "çoğunluk diktası" ve "İslamcılaşma" görüyorlar.
Bu kesimin gözünde Türkiye, liberal bir demokrasi olmaktan çok uzak. Onlara göre Rusya veya Venezüella gibi otoriterleşen popülist bir iktidar var Türkiye'de. Basını, yargıyı ve bürokrasiyi boyunduruk altına almış durumda. En önemli nokta ise şu: Bu kesimin gözünde TSK ideal bir müttefik olmamakla beraber gene de AK Parti'yi dengeleyici bir güç. Şimdi artık bu güç ortadan kalkıyor ve de dolayısıyla otoriterleşmenin önü bütünüyle açılıyor.
Askerden dengeleyici olmasını bekleyen bu sakat mantık neyse ki Washington'da azınlıkta. Ama dediğim gibi, gene de önemli ve sesi yüksek çıkan bir azınlık bu. Bu kesimi mahcup etmenin tek bir yolu var: Demokratik bir Anayasa üzerinde bir an evvel siyasi uzlaşma sağlanması.