AVRUPA Birliği Soğuk Savaş bittiğinden bu yana yeni dünya düzeni içinde yerini bulmaya çalışıyor. Amerika ve Çin'in gölgesinde kalmamak için AB çok kutuplu bir dünya ve güçler dengesi arayışı içinde.
Fakat neresinden bakarsanız bakın AB ekonomik açıdan bir dev olmasına rağmen siyasi ve stratejik açıdan bir cüce olmaya devam ediyor. Ekonomik açıdan, para birliği gibi çok zor bir projeyi gerçekleştiren Avrupa iş dış politikaya gelince ortak bir sesle hareket edip hak ettiği siyasi ve stratejik öneme bir türlü kavuşamıyor. Bunun en son örneğini geçen hafta gördük. AB liderleri Lizbon Anlaşması'nın öngördüğü üzere nihayet ilk başkanlarını ve dışişleri yüksek temsilcilerini seçmek için toplandı.
Normal şartlar altında, uluslararası platformda tanınmış ve ağırlığı olan bir AB başkanı seçilmesi gerekirdi. Kulislerde aylardır bu görev için lobi yapan Tony Blair'in ismi geçiyordu. Blair birçok açıdan doğru seçim olacaktı. Masaya AB başkanı olarak oturacak kişinin Amerika ve Çin tarafından ciddiye alınan bir isim olması gerekiyor. Bu açıdan bakınca Avrupa'nın en önemli ve etkili ülkesi sayılacak ülkesinde başarıyla 11 yıl başbakanlık yapmış, dünya genelinde "yeni sol ve sosyal demokrasi" kavramının simgesi olmuş, dış politika konusunda son derece tecrübeli ve halen enerjik ve genç bir lider olan Blair AB başkanlığı için ideal isimdi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Blair'in adaylığı Fransa ve Almanya tarafından engellendi. Bahane olarak Blair'in Irak savaşına verdiği destek gösterildi. Kim bilir belki Sarkozy ve Merkel için Blair aynı zamanda Türkiye'nin AB üyeliğine çok sıcak bakan bir lider olduğu için de tehlikeli görüldü. Blair olmayınca, AB'nin stratejik açıdan yüksek profile sahip bir başkana ihtiyacı olduğunu düşünenler gözlerini bu sefer başka önemli bir devlet adamına çevirdiler: İsveç dışişleri bakanı Carl Bildt. Tecrübeli, vizyon sahibi ve tıpkı Blair gibi Türkiye konusunda olumlu olan bu lider de nedense Fransa ve Almanya'da kabul görmedi.
Sonuçta AB liderleri seçe seçe dünyada adı sanı duyulmamış, hiçbir karizmatik özelliği olmayan, ve de üstüne üstlük Türkiye konusunda "Asla üye olamayacaktır, çünkü Avrupa Hıristiyan kültürel temeller üzerine kurulmuştur" deme cüretini kendinde gören bir siyaset fukarası Belçikalı politikacıyı başkan olarak seçme başarısını gösterdi. İşte çok beklenen yeni AB başkanı: Herman van Rompuy.
Neden Rompuy?
Peki neden böyle bir seçim yaptı AB? Angela Merkel'e göre Herman van Rompuy başkanlığında birlik içinde uzlaşma sağlanacak ve görev ehil ellerde olacak. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy de, Brüksel'de çok akıllıca bir karar alındığını belirtti. Sarkozy, başkanın "çok önemli ülkelerin birinden seçilmediğini, bu nedenle de kimsenin kendini dışlanmış hissetmeyeceğini" vurguladı. Bu ifadeler açıkça gösteriyor ki en büyük zorluk 27 ülke arasında uzlaşma sağlamak zorluk. Belki daha önemli bir başka unsur şu: AB'de ortak bir hedef ve stratejik vizyon yok. Her ülke kendi çıkarını düşünüyor. Sonuçta ortaya zayıf bir uzlaşma ve vizyonsuz bir politika anlayışı çıkıyor. Bu zayıf uzlaşma ve koalisyon kültürü stratejik vizyon açısından AB'nin siyasi bir cüce olarak kalmasını garantiliyor.
Türkiye konusunda sürekli acaba Avrupa'dan uzaklaşıyor mu diye soranlar biraz AB'nin şu zavallı haline baksa iyi olur. Asıl sorulması gereken soru şu: "Stratejik vizyon fukarası bir AB acaba nasıl Türkiye'yi kazanabilir?" Amerika bu konuda Obama ile üzerine düşeni yaptı. Neredeyse göreve başlar başlamaz Ankara'yı ziyaret eden Obama stratejik vizyonunu dünyaya sergiledi. Obama ne zaman Avrupa'da konuşma yapsa Türkiye'nin öneminden bahsediyor. Ama Acaba Avrupa Türkiye'yi istiyor mu? "Türkiye nereye gidiyor?" tartışması yapanların konuya biraz da bu cepheden bakması gerekiyor.