Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ÜLKÜ TAMER

Bir dönüş yolculuğu

Bugün Gaziantep'teyim. "İnsanın anayurdu çocukluğudur" demişti Jorge Amado . Ben de kısa bir süre için anayurdumdayım.
Antep şimdi uçakla en fazla bir buçuk saat yakınlıkta İstanbul'a. Çocukluğumun yolunu düşünüyorum... Uçak nerede!.. Posta trenine bineceksin. İki gün iki gece. O da şansın varsa. Beş saat, yedi saat, on saat gecikme fazla yadırganmazdı. Antep'ten İstanbul'a otuz altı saat "tehir" le gittiğimizi hatırlıyorum.
Yatılı okul yıllarımda gidiş değil de, dönüş önemliydi benim için. İstanbul'dan Antep'e dönmek. Ninemle birlikte.
İstasyonları sayardık trende. Sapanca'da elma alır, Eskişehir'de salep içer, simit yerdik. Büyük istasyonlarda su testimizi doldururduk. Çiftehan'a gelince bir kıpırtıdır başlardı içimde. Fevzipaşa'ya yaklaşırken coşkuya dönüşürdü bu kıpırtı. On dakika süren Ayran Tüneli, mutluluğa uzanan bir geçitti.
Fevzipaşa'da ninem elimi, yüzümü yıkar, temiz elbiselerimi giydirirdi. Ondan sonra pencereden bakıp kurum içinde kalmak yasaktı. Yine sayardık istasyonları: Keçiler, Kömürler, Eloğlu, Köprüağzı, sonunda Antep'in istasyonu Narlı!
Beyaz elbiseli babamı hemen görürdüm. O anda kuşlar havalanırdı içimde. Otobüsün "şoför mahalli" nde ayrılan yerimize kurulurdum. Karabıyık'ta uçurumun yanından geçerken korkar gibi olurdum. "Korkma. Antepliler korkmaz," derdim kendi kendime. Uçurumu geçip de çifte kayalara varınca rahatlardım: Yolun yarısı!
Başpınar'da, kentin biraz ötesinde mola verilirdi. On dakika daha gitsek Antep'te olacaktık. Ama hayır. Mutlaka kebap molası verilirdi. Kır kahvesinde kebap yenir, çay içilirdi.
Yeniden yola çıkılıp da tepe aşılınca dünyanın en güzel resmi belirirdi karşımızda: Antep.

***
Babam "İpekçi Tahsin" diye bilinirdi. Ölümünden çok sonra tanıdığım yaşlı bir Antepli, "Senin baban iki şeyde öncülük etti; Antep'e iki yenilik getirdi," demişti. "İlki, ipekçiliği getirmesi. İpekli dokumacılığını o başlattı."
"İkincisi?" diye sormuştum.
"Antep dışından gelin getirdi. Bir yabancıyla evlenen ilk Antepliydi."
Yabancı. Yani Eskişehirli. Annem Eskişehirliydi. Babamın askerlik arkadaşı Halil Atılmaz'ın kızkardeşi.
Antep'e gelen bu yabancı gelin akrabalar tarafından pek güleryüzle karşılanmamış. Babam da hepsiyle ilişkisini kesmiş. Sadece teyzesinin kızı Hasibe'yle, Hasibe Bacı'yla görüşürdük. Bir de uzak bir akrabayla, Fatma Abla'yla. Sadece onlar benimsemişlerdi annemi. Ötekilere, "Bu benim karım. Onu size ezdirmem," demiş babam. Çok severdi annemi. Ona âşıktı. Annem de babama âşıktı. Yaşamlarının sonuna kadar sürdü bu aşk. Annemin, ölümüyle sonuçlanan uzun hastalığı sırasında babam onun hastanedeki odasında kaldı hep. Değil sokağa adım atmak, bir alt kata bile inmedi.
Babam ninemi de çok sever, sayardı. Annemin annesini. Evlenince onu da getirmişti Eskişehir'den. Ninemi anne bildi. Ninem de onu ikinci oğlu saydı hep. Annemin ölümünden sonra bile, Eskişehir'e, Halil Dayı'nın yanına dönmedi. Babamla kaldı.

***
Yazları evimizin avlusunda geçirirdim. Şimdi Konukoğlu'ların vakıf olarak kullandıkları eski Antep evinin avlusunda. Oyunlar oynardık. AlamanRus oynardık, hırç oynardık, hakeke (seksek) oynardık, kendimiz oyunlar yaratırdık.
Çıkşağı çevirirdik. Yoyo. Çıkşağı, "çık yukarı, in aşağı" nın ilk hecesiyle son iki hecesinden üretilmiş bir sözcükmüş meğer. Yıllar sonra öğrendim bunu.
Topaç çevirirdik. Kırmacasına. Birinin attığı topaç yerde dönerken, öteki kendi topacını onun üstüne fırlatırdı. Benim topaçlar, mahallenin en sağlam topaçlarıydı. Hiç kırılmazdı. Babam özel olarak şimşirden yaptırırdı onları. Ben de renk renk boyardım.
Oyunlarımızı Sitti Zeynep izlerdi hep. Halam. Bacakları tutmazdı. Bir yerden bir yere sürünerek giderdi. Kan ter içinde zerdali ağacının gölgesine çöktüğümüzde yanımıza gelir, kendi uydurduğu masalları anlatırdı bize.
Bir de Havva Bacı . Evimizin bir parçası. Hizmetçi değil de ninemin bile anasıydı sanki. İncecik, uzun boylu, şakakları dövmeli, yüzü Dülük dağı gibi kırışık, bizim gözümüzde iki bin yaşlarında bir anıt. Arada bir bize katıldığı bile olurdu. Ama ninemle avluda çamaşır yıkıyorlarsa ya da biber, patlıcan kurutuyor, bastık, sucuk yapıyorlarsa küplere biner, bizi kovalamaya başlardı.
Sinemaya giderdik akşamları. Nakıp Ali'ye, Baydar'a, Yıldız'a. Pazar günleri, birkaç ailenin birleşmesiyle Kavaklık'ta, gürül gürül akan Alleben'in kıyısında, sahrede (piknikte) geçirilirdi. Ya da Sarıgüllük'te bir bağ evinde. Kent, Başkarakol'da biterdi.
1940'ların sonu, 50'lerin başıydı.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA