Futbolda devre arası. Gazetelerde maç yorumlarının yerini ara transfer tahminleri aldı. Yine Brezilyalılar gözde.
Gel de 35 yıl öncesinin bugünlerini hatırlama...
***
1972. Mexico City'den Rio de Janeiro'ya gidecektim. Ama vizem yoktu. Vize almak için Brezilya Büyükelçiliği'nin yolunu tuttum.
Elçiliğin kapısını çaldım. Açan yok. Bir daha. Yine açan yok. Hadi, bir daha... Sonunda, son derece şık, kır saçlı, yaşlıca bir adam belirdi kapıda.
"Buyrun?" diye sordu.
"Vize almak için geldim," dedim.
"Haftaya geleceksiniz."
"Neden?"
"Noel tatilindeyiz."
"Ama benim yarın Brezilya'ya gitmem gerek," dedim.
"Maalesef bir şey yapamayız. Çalışanlar tatilde."
"Bakın," dedim, "ben taa İstanbul'dan geliyorum."
Adam, "Büyükelçiyle benden başka kimse yok. Herkes izinde. Elimden bir şey gelmez," dedi.
Nasıl olduysa, ağzımdan, "Ben şimdi Pele'nin ülkesini göremeyecek miyim?" sözü çıkıverdi.
Adam bir an durakladı. Bana bakıp, "Siz Pele'yi biliyor musunuz?" diye sordu.
Saymaya başladım:
"Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo, Brito, Piazza, Jairzinho, Gerson, Tostao, Pele, Rivelino..."
İki yıl önce İtalya'yı 4-1 yenip Dünya Şampiyonluğunu kazanan Brezilya takımının oyuncularını kaleciden solaçığa kadar sıraladım.
Adam kapıyı açıp içeri, büyük bir salona aldı beni. Bir koltuk gösterip, "Buyrun, oturun, ben şimdi geliyorum," dedi. Salondan çıktı.
Biraz sonra, pijamasının üstüne giydiği robdöşambrla Büyükelçi geldi salona.
"Arkadaşım Brezilya milli takımını ezbere saydığınızı söylüyor," dedi.
Durur muyum! Yine başladım:
"Felix, Alberto, Everaldo..."
Büyükelçi, sehpadan aldığı çıngırağı çaldı. Gelen uşağa, "Bize kahve getir. Masamdaki mührü de getir," dedi.
Kısa bir süre sonra, cebime vizeli pasaportumu koymuş, Büyükelçi'yle dünya futbolu üstüne koyu bir sohbete dalmıştık.
Ayrılırken, Büyükelçi kapıya kadar geçirdi beni. Elimi sıkarken, "Brezilya şampiyon oldu," dedi, "ama golü siz attınız."
Ertesi gün, Rio havaalanında öteki yolculara ahret soruları sorulurken, ben özel "visa de cortesia" mührünü taşıyan pasaportumla gümrükten krallar gibi geçecektim!
***
Benzer bir olay da Rio de Janeiro'da başımdan geçti.
Rio'nun kıyı şeridi boydan boya kumsal. Kilometrelerce uzanıyor. Kumsala belirli aralıklarla kale direkleri dikilmiş. Binlerce insan Copacabana'da kızgın güneş altında top koşturuyor. Futbol, Brezilyalı gencin umudu. Yıllar içinde umut keyfe dönüşüyor, ama futbol yaşamın tam ortasındaki yerini koruyor.
Bir "şehir turu" na katıldım. Minibüsle Rio'yu şöyle bir dolaşacak, ünlü İsa heykeline çıkacağız.. Tur bütün gün sürecek.
Şoförün yanında oturuyorum. Minibüsün arkası, Amerikalılarla dolu. Hepsi orta yaşın üstünde. Bağırarak konuşuyorlar, sürekli kahkahalar atıyorlar.
Ama iki dakika içinde, minibüs ölüm sessizliğine büründü. Şoförümüz aksi mi aksi bir adamdı çünkü. Gülenleri terslemekle başladı işe. Sonra durup dururken birkaç kere bağırdı. Portekizce küfürler savurdu. Tura katıldığımıza hepimizi bin pişman etti.
Sessizlik içinde giderken, caddede dev bir afiş çarptı gözüme. Üstünde Pele'nin fotoğrafı vardı. Kendi kendime, "Pele," diye mırıldandım.
Şoför ters ters baktı bana. Sonra, "Sen Pele'yi nereden biliyorsun?" dedi.
Son Dünya Şampiyonu olan Brezilya milli takımını ezbere saymaya koyuldum:
"Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo..."
Ne olduysa o anda oldu işte. Şoför, direksiyonu bıraktı. Bir an yüzüme baktı. Sonra boynuma sarıldı. Beni yanaklarımdan öpmeye başladı.
O adam gitti, yerine bambaşka bir adam geldi. O aksi, nemrut herif, güleç, sevimli, tatlı dilli, saygılı bir insan oluverdi birdenbire.
Minibüsü bir açıkhava kahvesinin önüne çekti. Kapıları açtı.
"Buyrun," dedi herkese. "Vaktimiz çok. Kahveler benden."
Minibüsten inip kahveye yöneldik. Amerikalılar, şaşkınlık içinde, çevremi sardılar.
"Şoföre ne söylediniz de birdenbire böyle değişti?" diye sordular.
"Brezilya futbol takımı oyuncularını saydım," dedim.
İnanamıyorlardı.
"Ne yaptınız, ne yaptınız?"
"Brezilyalı futbolcuların adlarını saydım."
Akılları nereden erecek!
"Anlamadık," dediler.
"Boş verin," dedim. "Bunu anlamak için ya Akdenizli ya da Latin Amerikalı olmanız gerekir."