Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ilerde Türk diplomasisinin başında geçen yıllarının anılarını yazarsa, herhalde 19 Ocak 2011 tarihinde Beyrut'a yaptığı 36 saatlik ziyarete esaslı bir bölüm ayırır.
Çünkü Beyrut ziyareti Davutoğlu'nun hiç kuşkusuz 20 aylık bakanlığı boyunca beş kıtada onlarca ülkeyi kapsayan gezilerinin en heyecan vericisi ama aynı zamanda en sıkıntılısı ve de en tehlikelisi oldu.
Ne yaparsınız; yeni bir iç savaşın eşiğine gelmiş ülkede, elleri tetikteki muhataplarla müzakere etmek her babayiğidin harcı değil.
Filmi biraz geriye sararak Lübnan trajedisinin bu yeni perdesini özetlemeye çalışalım.
Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin 14 Şubat 2005'te hayatını yitirdiği suikastı soruşturan BM Lübnan Özel Mahkemesi savcısı Herman van Hebel'in raporunu yargıç Daniel Fransen'e sunmasından hemen önce, Hizbullah ve yandaşlarının kabinedeki temsilcileri olan 12 bakan istifa ederek Saad Hariri başkanlığındaki hükümeti düşürdüler.
Gerçi soruşturma raporunun içeriği resmen açıklanmadı ve 4-6 hafta daha açıklanmayacak ama Batı medyasına sızdırılan bilgilere göre, Refik Hariri suikastında adres olarak Hizbullah gösteriliyor.
Lübnan'ın yeni bir krize yuvarlanmasını önlemek için önce Suudi Arabistan Kralı Abdullah devreye girdi. Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad ile birlikte bir çözüm planı, daha doğrusu yol haritası hazırladılar.
Buna göre, yeni milli mutabakat hükümeti yine Saad Hariri başkanlığında kurulacak, Hizbullah'a da gerektiğinde koalisyonu kilitleyecek bir temsil gücü verilecekti. Ayrıca yeni Lübnan hükümeti, BM mahkemesinin raporunu sadece not edecekti.
Ancak bu uzlaşma planı, raporun mahkeme yargıcına verilmesinden önce hazırlanmıştı.
Raporla birlikte her şey bir anda değişti:
Saad Hariri'nin babasının ölümüyle ilgili olarak Suriye'yi suçlayan bir konuşması TV'lere düştü. Hariri ayrıca fikir değiştirip BM raporunun "Gereğini yapmaya" karar verdi.
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, "Biz katil değil, direnişçiyiz" diyerek rapora destek verenlerle işbirliği yapamayacağını duyurdu.
Suriye lideri Esad da Kral Abdullah'la vardıkları uzlaşmadan cayıp yeni hükümetin Saad Hariri başkanlığında kurulmasını reddetti.
Bu gelişmeler üstüne Kral Abdullah arabuluculuktan çekildi, Suudi Dışişleri Bakanı Suud El-Faysal, "Lübnan'ın parçalanma, etnik ve dini devletçiklere bölünme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu" uyarısı yaptı.
İşte böyle bir tabloda Türkiye-Katar ikilisi yeni arabulucu olarak devreye girdi. Davutoğlu ile Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamid bin Casim bin Cabir El-Tani, Beyrut'a koştular, 36 saatlik maratonda krizin tüm taraflarıyla görüştüler... Ama elleri boş, çaresiz, biraz da perdenin ardındaki gerçeklerden ürkmüş olarak ülkelerine döndüler.
Kimsenin açık açık söyleyemediği gerçek şu: Lübnan krizinin ardında başka aktörler var.
ABD ve Fransa'nın başı çektiği bazı Avrupa ülkeleri, bu krizi Ortadoğu'da çözümün önündeki engel olarak gördükleri Hizbullah'ın gücünü kırmak, hatta ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak değerlendirmeyi planlıyorlar.
İran ve Suriye'nin başını çektiği grup ise tam tersine bu krizi Hizbullah'ın gücüne güç katacak, gerekirse Batı Beyrut ile Güney Lübnan'da tek silahlı milis ve İsrail'le silahlı mücadelenin lokomotifi yapacak bir fırsat görüyorlar.
Bu büyük oyunda Lübnanlılar sadece piyon.