Bu köşe iki gün boş kaldı. ABD gezimin ikinci durağı New York'taki "Küçük bir teknik sorun" (!) nedeniyle. Anlatayım.
THY'nin konuğu grubumuzla Washington'dan New York'a geçtik. Kentin en iyi olmasa bile iyi otellerinden birine yerleştik. İkinci ve Üçüncü Bulvar arasında. Ya da Mike Hammer romanlarından New York'u öğrenmiş olanlara göre tarif etmem gerekirse, ünlü mü ünlü 42'nci Cadde üzerinde.
Hem içinizden kazara birilerinin yolu düşerse hayal kırıklığına uğramaması, hem de "Pireyi deve yaptınız" iddiasıyla hakkımda uluslararası dava açılmaması için, otelin adını yazmıyorum.
Ama bir daha New York'a gittiğimde değil o otelde kalmak, önünden bile geçersem...
Neyse... Heyet halinde otele geldik. Akşam yemeği için şu saatte lobide buluşmak üzere sözleştik. Ve odalarımıza çıktık.
Teknoloji çağı insan davranışlarını ne kadar da değiştirdi tanrım... Valizimi bıraktım, paltomu çıkardım, yüzümü yıkadım ve hemen lap-top çantama hücum ettim.
Sanki arkamdan düşman kovalıyormuş gibi pür telaş, pür panik çantayı açtım. Amerikan adaptörüyle voltaj uyumunu sağladığım fişini prize taktım. Ve "Enter" tuşuna bastım.
Her zamanki gibi, bitmek bilmeyen "Prosedür" den sonra ekran aydınlandı. Şifremi sordu, yazdım. Açıl susam açıl...
Açıldı. "Silicon Valley"i barındıran ülkede olmanın ve otel yönetiminin, "Ek ücret yok" güvencesinin verdiği rahatlıkla, internete girmeye kalktım. Girmek zorundaydım, çünkü size, bu köşeye yazı ulaştırmamın başka yolu yoktu.
Önce "Kablosuz ağ bağları takılı değil" mesajı geldi. Taktım. Daha doğrusu taktığımı sandım. Olmadı.
"Lahavle" deyip, yanımda getirdiğim ve beni teknoloji fakiri ülkelerde bile mahcup etmeyen bir Türk GSM şirketinin "Connect" kartını devreye soktum. Bana mısın demedi.
Hafiften paniklemeye başladım. Otel yönetimine başvurup yardım istedim. Dilim döndüğünce anlattım. Bir İspanik görevli gönderdiler. Televizyonu açtı, "İşte çalışıyor ya" diye söylendi. "Derdim televizyon değil internet" dedim. "Ben internetten anlamam, televizyon görevlisiyim" demesin mi...
Dahili numaralardan birilerini aradı, bir süre sonra bir kadın geldi. Anlatmaya çalıştım. Ne dese beğenirsiniz; "Ben internetten anlamam, sadece derdinizi dinlemeye geldim."
Sinirlenmemeye çalışarak, "Bayan" dedim, "Tek ricam internetten anlayan birinin gelip bağlantıyı sağlaması. Ne olursunuz bana yardım edin."
Birilerini aradı, telefonu uzattı. Hattın öbür ucundaki adam, "Derdiniz ne" demez mi. Bağırmamak için önce yutkundum, sonra tane tane anlattım. Başladı ahiret sorularına: "Lap-top ne marka? Sisteminiz ne?"
Söyledim ama sorular bitmiyor: "Sisteminiz kaç model?" Buyurun...
Kadın görevli de muhabbeti can kulağıyla dinliyor. "Tanrı veya İsa aşkına" dedim sesimi kontrol altında tutmaya çalışarak, "Ne olur bir anlayan yollayın."
15-20 dakika kadar beklememi söylediler. Bekledim. Gelen-giden yok. Sordum sabırla: "Ne zaman gelir o arkadaş?"
Cevap insanı çıldırtmaya yeterdi: "Mesaisi doldu. Sabaha kadar beklemelisiniz."
Gel de saçını başını yolma. "Peki" dedim, gece bir görevli yok mu?" Buyurun yanıtı: "Bazen var, bazen yok."
"Peki şansıma bu gece olabilir mi?"
"Beklerseniz hep birlikte görürüz."
Bekledim. Türkiye saati ile 02.17 olmuştu. New York zamanını merak edenler, 7 saat düşsün. Yazının telaşı paniğe dönüştü.
"Sakin olun" dediler resepsiyondakiler, "Gidin akşam yemeğinizi yiyin. Biz de o arada bir şeyler ayarlamaya çalışırız."
Restorana geçtim, yemeğimi yedim, vakit geçsin diye yemeğe her çatalı ağır çekim film misali 5-6 dakikada bir batırdım. (Not: Pek de kötü pişmiş makarnaya!)
En az bir saat daha geçti. Çekine çekine yanaştım. "Sorry" demesinler mi... Şanssızmışım, bu akşam internet nöbetçisi yokmuş.
Lobide deliler gibi bağırmamak için kendimi zor tuttum. Anladılar. Bir de müdür odasındaki interneti denememi istediler. Denedim. Mafiş. Pes ettim.
Tüm bunları dünyanın en gelişmiş, en zengin ülkesinin ne duruma düştüğünü anlamanız için anlatıyorum. Devamı var. Hayır; otel maceramın değil; yeni ABD'nin hal-i pür melalinin. O da yarına kalsın...