Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, "İşadamlarımızın yürüyüşü bile değişti" diyor. Son derece doğru bir saptama. İşadamlarımızın sadece yürüyüşü değişmedi, özgüvenleri de ikiye-üçe katlandı.
Bunu yurtdışında daha iyi gözlemleyebiliyorsunuz.
İddia ediyorum; dünyanın tüm havayollarının tüm seferlerinde mutlaka bir Türk'le karşılaşma olasılığınız yüzde 50'nin üstünde. Abartılı bulduysanız çıtayı birazcık indirelim: Dünyanın tüm havalimanlarında bir Türk'le karşılaşma olasılığınız neredeyse yüzde 100'e yakın.
Hiç unutmuyorum; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile iki yıl önce New York'a gidiyorduk. İkmal için Reykjavik'e indik. Gül uçakta eşi Hayrünnisa Hanım'la bahse tutuşmuş: "Göreceksin, burada da karşımıza Türkler çıkacak..."
Tabii inanmamış Hayrünnisa Gül ama gerçekten havalimanına indiğimizde, karşımıza üç Türk yurttaşı çıkmasın mı! Cumhurbaşkanı kahkahasını zor zaptetmişti.
Tüm bunları Paris'ten İstanbul'a dönerken Charles de Gaulle Havalimanı'nda yaşadığım bir olay çağrıştırdı.
Havalimanının bir numaralı terminalinin 11 No'lu kapısında uçağa alınmayı beklerken üç kişilik bir grupla tanıştım. İkisi hanım, biri erkek. Erkek patronmuş, hanımlar ise yardımcıları.
Dereden-tepeden sohbet ettikten sonra, "Hayırdır" dedim, "Bu karmaşık döneminde Paris'te ne işiniz var?"
Gıda ürünleri fuarından döndüklerini anlattı. Daha sonra sohbet şöyle gelişti:
- Siz ne pazarladınız fuarda?
- İncir. Ama günümüzün pazarlama tekniklerine göre işlenmiş, ambalajlanmış, süslenmiş olarak.
- Anlamadım. Bildiğimiz incirden farkı ne?
- Bak, anlatayım abem. (Not: İşte bu kelime açığa vurdu işadamının kökenini. "Egeli misin" diye sordum, gülerek "Aydın'danım abem" yanıtını verdi.) - Anlat bakalım, abem.
- Malum, ideolojiler ortadan kalktıktan sonra dünyada dine dönüş oldu. Buralarda biraz daha fazla. Ben standımıza gelen potansiyel alıcılara, "Hazreti İsa'nın Son Yemeği'ndeki yiyeceği getirdik" dedim.
- Benim bildiğim Son Yemek'te bir somun ekmek ve bir kase şarap vardı. İsa ekmeği bölüştürürken, "Şimdi benim etimi yiyorsunuz" demişti, şarabı dağıtırken de, "Şimdi benim kanımı içiyorsunuz..."
- Yok, onların yanı sıra üç de balık vardı.
- Haydi onu da kabul edelim; öyle ya yemekteki 12 havari arasında balıkçı Andreas da bulunuyordu.
- Son Yemek masasına biz bir de inciri ekledik.
- O nereden çıktı?
- Şimdi bak abem. Ekmek kutsal mı; kutsal. Şarap kutsal mı; o da kutsal. İsa'nın aslında masaya birkaç tane de zeytin ile bir parça zeytinyağı da koyması gerekirdi; çünkü onlar da kutsal. Ve nihayet, incir kutsal mı; bize göre buğday, üzüm, zeytin kadar kutsal. Çünkü bu coğrafyanın saydıklarımızla birlikte dört temel besin maddesinden biri incir.
- Valla, bu cinlik "Da Vinci Şifresi"nde Son Yemeği anlatan Dan Brown'ın bile aklına gelmedi. Yediler mi bari? Şey.... İncirlerinizi...
- Sadece incirleri değil, hikâyemizi de yediler. Veya hoşlarına gittiği için yemiş göründüler. Epey sipariş aldık. Tek şartla: Onlara göndereceğimiz ürünlerin ambalajına incirin de bulunduğu Son Yemek tasviri koyacağız.
- Leonardo da Vinci'nin Son Yemek tablosunu tahrif mi edeceksiniz?
- Yok, tarihi gerçeği açıklayacağız!
Nasıl; "İşadamlarımızın sadece yürüyüşleri değişmedi; özgüvenleri de tavan yaptı" derken, haksız mıyım?