Sosyal güvenlik reformuna karşı çıkan kitlelerin kentin altını üstüne getirdikleri Paris'te, serin bir akşam vakti 10'uncu bölge belediyesinin tahsis ettiği bir salonda bir avuç insan bir araya geldik.
Dinleyiciler Fransa- Türkiye Komitesi'nin davetlisi 40-50 kadar Fransız. Pek çoğu Türkiye'yi tanıyor, biliyor. Konuşmacılar ise ben, "Le Monde" ve "La Croix" gazetelerinden üç meslektaş.
Toplantının konusu ise, "Ne olacak bu Türkiye- AB ilişkilerinin hal-i pür melali?"
Önce her konuşmacı 10-15 dakikalık sunum yaptı. Sonra dinleyicilerin soruları alındı ve moderatör tarafından bizlere paylaştırıldı.
Ben özetle şu konuşmayı yaptım:
"AB Komisyonu, Türkiye'nin İlerleme Raporu'nu büyük bir olasılıkla önümüzdeki ayın 9'unda açıklayacak. Geçen yıl bu raporun yayınlandığı günlerde dünyanın bir ucunda, Kazakistan'ın eski başkenti Almaata'daydım. Ve raporla ilgili görüşlerimi, izlenimlerimi, duygularımı şöyle dile getirmiştim:
'AB İlerleme Raporu'nu geçmiş yıllara göre daha düşük yoğunlukta bir ilgiyle okudum. Bu ilgi açığının nedeni sadece coğrafi uzaklık değil. Bulunduğum ortamın, çevremdekilerin yaydıkları enerjinin de -pozitif mi, negatif mi; nereden baktığınıza bağlıgöz ardı edilemeyecek bir etkisi var. Çünkü AB raporu buralarda kimseyi ilgilendirmiyor. Açıkçası, kimsenin umurunda değil. Dahası ne zaman rapordan söz etmeye kalksam, lafı ağzıma tıkıyorlar: AB'yi bırakın, Avrasya'ya bakın.
Biraz daha nazikleri veya diplomatları da şöyle diyorlar: Tamam, yüz yıllık Avrupa yolculuğunuzdan vazgeçmeyin ama asıl güzergâhınızın buraları olduğunu bir gün fark edeceğinizi de aklınızın bir köşesine yazın.'
Bu yıl, yani meşhur raporun yayınlanacağı 9 Kasım günü, dünyanın bir başka ucunda, Washington'da olacağım.
İnanın, rapordaki değerlendirmeler, öneriler, eleştiriler, hatta övgüler ne olursa olsun, yine pek etkilenmeyeceğim. Ayrıca görüşlerine başvuracağım Amerikalı dostlarımın verecekleri tepkiyi de şimdiden kestirebiliyorum: 'Ciddiye almayın. AB mi? Hangi birlik? AB Komisyonu mu? Ne işe yararmış o komisyon? Adları var, sanları yok...'
AB üstüne duyacağım bu alaycı yanıtları şimdiden nasıl mı tahmin ediyorum? Sizin prestijli gazeteniz Le Monde'da yayınlanan bir yazıdan. İki hafta kadar önce söz konusu gazetede Georgetown Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler dersleri veren ve Bill Clinton döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi'nde görev yapmış olan Profesör Charles Kupchan'ın bir yazısını okudum. Şöyle diyordu: 'AB can çekişiyor. Öyle hemen son nefesini vermeyecek ama ağır, her geçen gün sona biraz daha yaklaştıran bir ölüm sürecine girdi. Yarım yüzyıldır Avrupa'yı bütünleştirmeye çabalayan projenin pek de uzak olmayan bir gelecekte çöküşüne tanık olabiliriz.'
AB ile ilgili bu hüzün verici beklentiler, projenin bu belirsiz geleceği karşısında Türkiye'nin kendi dış politikasını geliştirmesinden, daha doğrusu dış politikasını yeni boyutlar, yeni parametreler ile yeniden tanımlamasından daha doğal ve mantıklı ne olabilir?
Üstelik AB'nin sadece yakın geleceği değil, bugünü bile umut vermiyor. Zira ne BM'de, ne IMF'de, ne de diğer çokuluslu platformlarda AB'nin ağırlığını hissedemiyoruz, göremiyoruz. Zaten ABD Başkanı Barack Obama'nın Avrupa ile zirve toplantısı yapmaktan vazgeçmesinin tek nedeni de AB'nin bu önem ve ağırlık kaybı değil mi?"
Dinleyicilerden pek itiraz eden çıkmadı. Ben de son sözümü söyledim:
"Evet, AB bizim için önemli, çünkü yüz yıldır o yolda ilerliyoruz ama biz de AB için çok ama çok önemliyiz. Umarım Brüksel ve diğer Avrupa başkentleri bu gerçeği kavradıklarında iş işten geçmiş olmaz."