Latince "Colere" fiilinden türeyen "Kültür", tanımı en zor kavramların başında gelir.
"Colere" fiili bir yandan "Ekmek", bir yandan da "Özen göstermek" ve "Korumak" anlamlarını içeriyordu. "Ekmek" ile toprağa gönderme yapılıyordu, "Özen göstermek" ve "Korumak" ile de insanoğlunun manevi dünyasını işaret ediyordu: Tanrılara özen, yani saygı göstermek ve inançları korumak.
Aydınlanma Çağı'nda Voltaire bu kavrama insanın maddi (beslenmek için toprağı işlemek) ve manevi (inanç) çabaları dışındaki üretimlerini de ekleyince, "Kültür" ün önünde sonsuz bir pencere açıldı. Ve de sayısız tanım doğdu.
En iyisi biz UNESCO'nun (BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) yaptığı tanımı aktarmakla yetinelim:
"Kültür en geniş anlamıyla bir toplumu veya bir sosyal grubu belirleyen maddi ve manevi, entellektüel ve duygusal özelliklerin bütünüdür. Sanat ve edebiyat dışında yaşam biçimlerini, insanın temel haklarını, değer sistemlerini, gelenekleri ve inançları da içerir."
Bu tanımdan yola çıkarak kültürü oluşturan belli başlı öğeleri de şöyle sıralayabiliriz: Dil, din, gelenek ve görenek, sanat, dünya görüşü, tarih... Kısacası, "Kültür" bir toplumun kimliğidir.
"Kültür" aynı zamanda devletlerin, hükümetlerin elinde nükleerden daha güçlü bir silahtır. Bu silah toplumu birleştirmek, kaynaştırmak için de kullanılabilir, şu sıralar "Kimlik" tartışmalarıyla çalkalanan Fransa'da gördüğümüz gibi, ayrıştırmak, parçalamak için de.
Sadece Fransa'da mı? İsviçre'deki minare referandumu, Hollanda'da, Belçika'da, Danimarka'da, İtalya'da çeşitli biçimlerde ve çeşitli araçlarla su yüzüne çıkan ırkçı refleksler de "Kültürel bağnazlığın" son derece tehlikeli örneklerini oluşturuyor.
İstanbul'un misyonu
Avrupa'da zehirli tohumlarla yüklü fırtınaların estiği bir dönemde İstanbul'un "2010 Avrupa Kültür Başkenti" ilan edilmesini ve bu çerçevede planlanan yüzlerce etkinliğe dünden itibaren start verilmesini, sadece Türkiye değil, tüm dünya, tüm insanlık için "Tarihi bir fırsat" olarak değerlendiriyoruz.
Hatta daha ileri gidip, "Medeniyetler Diyalogu" ve "Kültürler Barışı" için son şanslardan biri olarak da kabul edebiliriz.
Çünkü İstanbul dünyada hayatın hiç kesintiye uğramadığı biricik kent: 300 bin yıldır yaşanıyor bu "ŞEHİR"de.
"Şehir" sözcüğünü bilerek büyük harfle yazdık. Çünkü "ŞEHİR" denince dünyada sadece bir kent akla geliyor: İstanbul. Ona "Polis" (Şehir) adını veren Antik Yunan'dan beri.
Ve çünkü dünyada hiçbir kentin bu kadar çok adı yok. Hepsini yazmaya kalksak, 165 sözcük sıralamamız gerekecek, birkaçını aktaralım: Yeni Roma, Anthusa, Bizantium, Asitane, Çaregrad, Darü'l Hilafe, Heraklion, İstanpolis, Konstantinopol, Antonina, Megapolis, Şehr-i Azam, Yankoviçe, Alexandre, Bizans...
Her ad bir uygarlığın, bir kültürün armağanı: Yunanlılar, Romalılar, Osmanlılar, Ermeniler, Latinler, Araplar, Ruslar, Megaralılar...
Megaralılar? Her ne kadar Küçükçekmece Gölü kıyısındaki kazılar İstanbul'un tarihini Cilalı Taş Devri'ne kadar götürüyorsa da, "Şehir"i M.Ö. 7'nci yüzyılda Dorlar'ın istila ettiği Yunanistan'dan kaçan Megaralılar'ın kurduğu kabul edilir. Günümüzdeki Moda Burnu'na yerleştiler ve oraya Kalkhedon adını verdiler.
Onlardan yarım yüzyıl kadar sonra Megaralılar'ın bir başka boyu göç etmek zorunda kaldı. Ama yola çıkmadan önce "Nereye gidelim" diye Delphe kâhinine danıştılar. Kahin, "Körler diyarı"nı işaret etti.
Uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra günümüzdeki Sarayburnu'na yanaştılar ve gördükleri güzellikten büyülendiler. Sonra da başlarını karşı yakaya çevirdiler. "Bu güzelliği farketmemeleri için kör olmaları gerekir. Kâhinin gösterdiği yer kesinlikle burası" dediler.
Yaklaşık 28 yüzyıl sonra İstanbul bir kez daha "Körelmiş gözleri açmak" misyonunu üstleniyor.