Diyarbakır'da 4'ü öğrenci 5 kişinin ölümüne ve 6'sı ağır 68 kişinin de yaralanmasına neden olan bombalı saldırıyla ilgili "Bazı" tepkileri ve kınama mesajlarını okurken iç çekmemek mümkün değil.
"Bazı" derken örneğin bölge halkının Ankara'daki temsilcileri olan DTP milletvekillerini kastediyoruz. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'den, kentteki sivil toplum örgütlerinin sözcülerinden söz ediyoruz.
45 sivil toplum örgütünün imza koyduğu ve Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu tarafından okunan basın açıklamasında, "Kentin şiddet ve vahşet yöntemlerinin mağduru olduğu" belirtildi, "Sağduyu" çağrısı yapıldı ve şöyle denildi: "12 Eylül 2006'da Diyarbakır'da 10 insanımızı benzer bir saldırıda yitirdiğimizi unutmadık. Bu saldırının failleri bugüne kadar yakalanmış değil. Devlet bir an önce geçmiş saldırıların ve bu saldırının faillerini ortaya çıkarmalı."
Baydemir açıklaması da pek farklı değil: "Saldırıyı kınıyorum ve bir daha gerçekleşmemesi için toplumun tüm dinamiklerinin bu saldırının arkasındaki gerçek faillerin ortaya çıkarılması için çaba sarf etmesi gerektiğine inanıyorum."
Ya DTP'liler? Buyurun Meclis Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş'ın demeci: "Hepimiz bu menfur saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Bu saldırıda sivillerin de seçilmesini derin bir provokasyon olarak nitelendiriyorum."
Hayır; kastımız teşhir etmek değil. Sadece "Gerçek failler", "Derin provokasyon" gibi ucu açık tanımlamalarla saldırının adresinin bulanıklaştırılmasının, hatta PKK dışındaki odaklara yönlendirme gizli çabalarının en azından vicdanla ve aydın sorumluluğuyla bağdaşmadığını söylemeye çalışıyoruz. Bunun ister istemez bir tarihte "PKK'ya da, devlete de eşit mesafedeyiz" ifadesiyle ortaya konulan anlayışı çağrıştırdığını anlatmaya çalışıyoruz. (Demirtaş'ın demecindeki "Sivillerin de seçilmesi" ifadesindeki "De" vurgusu ise insanı ürpertecek kadar vahim bir yaklaşımı yansıtıyor.)
Turnusol kağıdı deneyi
Çünkü örnek olarak gösterdiğimiz tepki-kınama mesajlarındaki devekuşu yaklaşımının aksine, terör örgütü Diyarbakır saldırısını üstlendi. İşte örgütün askeri kanadının internet sitesinde, bombalı saldırıdan hemen sonra "İşgal güçlerine karşı her türlü tepki kutsaldır" başlığıyla yayınlanan yazıdan bir bölüm: "Sen kalk savaş uçaklarınla sivil köyleri yerle bir et; eh, birileri de kalkıp Amed'de, işgal edilmiş Kürdistan'ın başkentinde sefa sürenlere tepkisini gösterir. Sonuçta işgal edilmiş topraklarda askeri bir hedefin vurulmasından daha doğal bir durum olamaz."
Niyetimiz yine teşhir etmek değil, sadece hatırlatmak: Günlerdir başta İstanbul olmak üzere Türkiye'nin birçok kentinde arabalar ateşe veriliyor, sözünü ettiğimiz çevrelerden "Çıt" çıkmıyor. Oysa örgüt onları da üstlendi. İşte aynı sitede yer alan bir başka yazı: "Her şey sınır ötesi operasyonla başladı. Operasyon sürdükçe, kundaklamalar da sürecek. Kürt gençleri tepkilerini böyle ortaya koyuyorlar. Artık süreç değişti. Saldırana saldırmak işin kanunudur. Gençler yerinde durmamalı. Molotof bilmeyenlere öğretmek gerek, olmadı mı benzinmazot ne varsa kullanmak gerek. Bir çakmak ya da bir kibrit yeterli."
"Kürt sorunu"nu tartışmak ve çözüm yollarını aramak için önce Kürtler'in aydınlarının ve siyasal temsilcilerinin PKK ile aralarına derin mesafeler koymaları şart. Ama onlar "Bölge realiteleri" zırhının ardına sığınıp "Eşit mesafede durmak"ta ısrar ediyorlar. Gerçek niyetlerin, gizli zihniyetlerin ortaya çıkmasında turnusol kağıdı işlevini gören kalleş saldırılarda bile.
Bu da bize çok sevdiğimiz bir Kongo atasözünü hatırlatıyor: "Bir kütük 10 yıl da suda kalsa, timsah olmaz!"