İspanya'nın Barselona kentinde dün ilginç bir toplantı başladı: Uluslararası İslamcı Feminizm Kongresi. 20 kadar ülkeden 400 temsilci katılıyor.
Aslında ikinci kongre bu. İlk geçen yıl yapıldı ve bir dizi talep sıralandı: Kadınların hak eşitliği mücadelesine erkekler de el vermeli, kadınların karar organlarına katılımı desteklenmeli, camiler kadınlara da açılmalı, kadınların mülk edinme, bireysel özgürlük ve ekonomik bağımsızlık hakları savunulmalı...
Bu yıl ise İslam hukukunda boşanma, çokeşlilik, aile planlaması ve kürtaj, şeriat ve aile hukuku gibi konular tartışılacak.
Hayır, Barselona'daki kongreye Türkiye'den katılan yok. Ya da en azından kurumsal düzeyde, sivil toplum örgütü olarak katılan yok. Geçen yıl da olmamıştı. Nedenini anlamak için tartışılan konulara bakmak yeterli: Hepsi de dini kurallarla ya da yasalarla yönetilen ülkelerdeki sorunlarla ilgili. Türk kadını için o kadar yabancı veya o kadar geride kaldı ki... Atatürk sayesinde. Onun döneminde Medeni Kanun, eğitim reformu, seçme-seçilme hakkı, kılık-kıyafet yasası gibi devrimlerle taçlandırılan, her alanda kadın ile erkeğin tam eşitliği sayesinde. Ve onun en kutsal miraslarından olan laiklik sayesinde.
Zaten "İslami feminizm" hareketi de İran, Suudi Arabistan, Nijerya, Pakistan gibi siyasal sistemin ve toplumsal yaşamın dini kurallara dayandığı ülkelerde bir avuç cesur kadının bu hakların hiç değilse bir bölümünü yüksek sesle talep etmeye başlamalarıyla doğdu.
Daha doğrusu yeniden doğdu. Çünkü aslında ArapMüslüman toplumlarda kadınların özgürlük ve eşitlik mücadeleleri 20'nci asrın ilk yıllarında Mısırlı avukat Kasım Amin'in yazdığı "Kadınların Özgürleşmesi" ve "Yeni Kadın" adlı kitapların kopardığı kıyametle başladı. Arap feminizminin öncüsü bu erkek hukukçu Mısır'ın özgürleşmesinin kadınların özgürlüğünden geçtiğini, kadınların özgürleşmesinin ise türbanı ve çarşafı yırtıp atmalarıyla başlayabileceğini savunuyordu. Onun açtığı yolu Hoda Şaravi genişletti: 1923'te Roma'daki bir kadın hakları konferansından Kahire'ye dönüşünde türbanını çıkarıp attı. Ardından da birçok kadın. O kadar ki, 1940'larda Mısır toplumunda çok dindarlar ve çok yaşlılar dışında türbanlı, çarşaflı kadın kalmadı! Özellikle de kentlerde.
Mısır neden başaramadı?
Bir de günümüzün Mısır'ına bakın: TV kanallarında türbansız kadın görmek neredeyse imkansız. Voleybolcu kızlar türbanla sahaya çıkıyorlar. Ulema çokeşliliği savunan fetvalar yayınlıyor.
Peki Mısır neden yüz yıl geriye gitti, neden kadınların yüzde 80'i yeniden türban takıyor ya da takmak zorunda kalıyor. Yanıtı belli: 1-Laikliği getiremedi. 2-Toplumu demokratikleştiremedi. Zaten laiklik olmadan demokrasi de mümkün değil, toplumu dönüştürmek de.
Ve bugün bireysel tercihleri toplumsal ve dini baskılara yenik düşmüş Mısırlı feministler Barselona'daki kongrede, eşitlik, özgürlük umutlarına destek arıyor. Aynı şekilde, İranlı kadın hakları savunucuları da.
Ama Tahran'dan gelen haberler onların çığlıklarını bastırıyor: Rejimin resmi yayın organlarından "Ruz" gazetesi geçen Mayıs'ta Meşhed'de iki kadının taşlanarak öldürüldüğünü haber verdi. Uluslararası Af Örgütü idam cezasına çarptırılan 7 kadının taşlanmayı beklediğini bildirdi. Kadınlar "Hiç olmazsa asın" diye yalvarıyorlar. İran'da idam cezaları bir meydanda, meraklı kalabalığı ortasında vinçte sallandırarak infaz ediliyor!
Tüm bu örnekler bize gerçeğin kapısını bir kez daha aralıyor: Laiklik olmadan ne kadınların özgürleşmesi mümkün, ne de eşitlik...