Ne bir mesaj, ne kutlama, ne tören, ne coşku, ne sempozyum, ne değerlendirme toplantısı...
Türk-İş'in davetiyle Türkiye'ye gelen Genişleme Komiseri Olli Rehn'in açıklamaları ve TÜSİAD'ın Brüksel'deki etkinliği de olmasa, dün AB ile müzakerelerin açılmasının birinci yıldönümü olduğunu kimse hatırlamayacaktı.
Neden Çünkü iki tarafta da heves azaldı. AB genişleme yorgunu, Türkiye ise dayatma. Bu da, iki tarafta yanlış anlamaların artmasına yol açtı. Ve sonuç olarak ilişkiler, bir yıl öncesine göre kötüye gitti. Brüksel-Ankara yoluna, mevcutlar yetmezmiş gibi yeni mayınlar döşendi.
Bu tablonun oluşmasında elbette Türkiye'nin kusurları var: Türk Ceza Kanunu'nun 301'nci maddesiyle ilgili tatsız mesajlar gönderilmesi, iktidarın laikliği delme diye görülen ya da algılanan girişimlerinin askersivil ilişkilerini dinamitleyecek noktaya gelmesi, muhalefetin AB sürecine eskisi kadar destek vermemesinin de etkisiyle reformların yavaşlaması gibi...
Ama AB'nın kusurları da azbuz değil. Sadece Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye-AB ilişkileri tarihine "Utanç belgesi" diye geçecek son raporu bile Ankara'yı da, Türk kamuoyunu da Avrupa'dan soğutmaya yeterli. Ya Türkiye'nin AB üyeliğinin samimi destekçisi olan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın Ermeni soykırımının tanınmasını "Siyaseten" ön şart yapmasına ne demeli? AB Komisyonu'nun "Bu talebin Türkiye'ye dayatılamayacağını" söylemesi hiç de inandırıcı değil. Zira Fransa gibi AB'nin "Muktedir" bir üyesinin beklentisinin Brüksel'de gözardı edilebilmesi mümkün mü?
("Mümkün" diyenler, "O zaman AB, neden 5 aydır Eğitim ve Kültür başlığını müzakereye açmadı? Fransa'nın bu fasıla getirmek istediği siyasi kriter yüzünden mi?" sorusunu da yanıtlamak zorundalar.)
Daha Papa 16'ncı Benedikt'in çıkışının diyalog köprüsünü yıkma tehlikesi yaratan dalgaları var.
Daha bu çıkışın körüklediği "Avrupa'nın sınırları" ve "AB'nin geleceği" tartışması var.
Başımızın üstündeki kılıç
Daha " AB'nin hazmetme kapasitesi " gibi soyut bir kavramın giderek gözdağına, hatta ne zaman, nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen müzakere süreci boyunca kafamızın üstünde sallandırılacak " Demokles'in Kılıcı "na dönüştürülmesi çabaları var.
Daha sadece ve sadece Türkiye için "Çifte standart" getirme niyetleri var. Romanya ve Bulgaristan'ın üyelikleriyle iyice su yüzüne çıkan, AB Parlamentosu'nun da, AB Komisyonu'nun da suçüstü yakalandıkları çifte standart. Parlamento üyesi Daniel Cohn-Bendit'i "Bulgaristan ve Romanya için hazırlanan raporları olumlu bulanlar, aynı raporlar Türkiye için hazırlansaydı olumsuz bir tavır takınacaklardı" diye isyan ettiren çifte standart...
Daha genişlemeyi 27 üyeyle donduran Nice Anlaşması'nın yerine yeni bir hukuki yapı konulamamasından ötürü AB'nin önünü görememesinin getirdiği belirsizlik var. O belirsizliği aşıncaya, yani en az 2009'a kadar genişleme sürecinin durdurulması amacıyla Brüksel'de yürütülen çalışmalar var. Belirsizlik aşılınca, nasıl bir genişleme takvimiyle ve ne gibi koşullarla karşılaşılacağı bilmecesi var.
Rehn dün Ankara'da, "Müzakerelerin bu ilk yıldönümünün, son yıldönümü olmasını istemediğim için burada bulunuyorum " dedi.
Biz de öyle olmasını diliyoruz. Ama geçmişte Fransız hükümetinde AB işlerinden sorumlu bakan olarak görev yapmış olan Avrupa Parlamentosu'nun etkili üyesi Alain Lamassoure'un cümlesi kulaklarımızda çınlıyor:
"Türkiye'nin AB üyeliği mi? O konu kapandı. Belki 10-15 yıl sonra yeniden konuşuruz!"