Şiddet toplumumuzun ve çağımızın iletişim dili haline geldi: Bugün başlayan eğitim yılında okulda şiddetle mücadele için "Vurma konuş" sloganıyla kampanya başlatan bir sivil girişim, çıkış noktasını bu olguya dayandırdı.
Geçen yıl epey can yakan ve içimizi sızlatan okullardaki şiddet olayları, eğitim yılının bitmesiyle birlikte gündemimizden düştü. Dileriz yeniden girmez diyeceğiz ama sosyoekonomik yasalar, ne yazık ki umutlar doğrultusunda işlemiyor. Çünkü yaşam boyu acımasız rekabete ve de sınırsız tüketim çılgınlığına dayalı toplumsal düzen, kaçınılmaz olarak bünyesinde şiddeti barındırıyor.
Sadece Türkiye'nin değil, doludizgin küreselleşen dünyanın gerçeği bu.
Ancak bu, gerçeği çaresizce kabullenme anlamına gelmemeli. Kökünden kurutulamasa bile mümkün olan en aza indirici politikalar geliştirilmeli.
Zaten okulda şiddeti hayatın tüm alanlarındaki şiddetin ebesi kabul eden Avrupa Konseyi gibi uluslararası örgütler de aynı uyarıda bulunuyor: Okulda şiddeti azaltmadan toplumsal yaşamın diğer kesitlerinde bu sorunla mücadelede başarı kazanılamaz.
Son aylarda bu konuyla ilgili epey araştırmaya göz atma fırsatı bulduk. O kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre, okulda şiddeti iki grupta değerlendirmek gerekiyor.
1-Dışardan okula sokulan şiddet. 2-Okulun ürettiği şiddet.
İlki, evdeki ve sokaktaki şiddet. Yani aile içinde şiddet gören veya şiddete tanık olan, sokaktaki güvensizlik ortamından etkilenen çocuğun bu olguyu okula taşıması. Onunla nasıl başa çıkılabileceği konusunda söylenmedik laf, üretilmedik çözüm kalmadı. İş dönüp dolaşıp, makro sorunlara dayanıyor: Gelir adaletsizliği, işsizlik, kırsal kesimden kentlere yoğun göç, yeni kentlilerin uyum sıkıntıları...
Sistemdeki habis urlar
İkincisine, okulun ürettiği şiddete gelince; bakın bu doğrudan doğruya eğitim sistemiyle ilgili.
Sorun, daha ilkokuldan itibaren çocukların üniversite sınavlarına kilitlenmelerinden, artık iyice kanıksanmış deyimle, "Yarış atı"na dönüştürülmelerinden kaynaklanıyor.
Parmak kadar çocukta hayallerin yerini korkular, yaşama sevincinin yerini gelecek kaygısı alırsa, bunun üreteceği sürekli stresin bir gün patlamaması mümkün mü?
Daha temel eğitimde öğrenim hayatının en üst basamağına ulaşmak hedef haline getirtilirse, o çocuk için ara basamakların anlamı ve önemi kalır mı? Önemsemediği basamaklardaki tökezlemelerin öfkesini gemlemesi kolay mı?
Ya da tam tersine o ara basamakların kendisini en üst basamağa ulaştıramayacağını fark ettiğinde, içinde patlayacak yanardağın lavlarının çevresini de yakmaması düşünülebilir mi?
Peki çözüm? Elbette sistemi tepeden tırnağa gözden geçirmek.
Ancak eğitim uzmanları sisteme el atmadan da yapılabilecek bir şeyler olduğunu söylüyorlar: Fırtınaya yakalanmış takalardan farksız o çocuklara ya da gençlere güvenli bir liman göstermek.
Bu limanın ise ailesi dışında sadece ve sadece seveceği, sayacağı, demokratik otoritesini kabulleneceği, güveneceği okul yönetimi ve öğretmenler olabileceği belirtiliyor. Ve deniyor ki, öğrenci ile öğretmen arasında bu sevgisaygıgüven ilişkisinin kurulması, tıpkı ipekböceğinin kozasını örmesi gibi hem sabır gerektirir, hem de zaman. Yani? Sakın okulların yönetimlerini ve öğretmenlerini sık sık değiştirmeyin! Çocukları her yıl sıfırdan başlatmayın!
Her iktidarın Milli Eğitim'i kadrolaşmanın laboratuarı yaptığı Türkiye'de bu uyarıya kulak veren vicdan ve sorumluluk sahibi yetkili çıkar mı acaba?