Günün anlam ve önemini nasıl anlatalım acaba? Asurlular'dan miras "Ya herru ya merru" deyimi kabul mü? Yoksa Hamlet'in o ünlü kuru kafalı tiradı "To be or not to be" daha mı uygun düşer?
Elbette Kıbrıs sorunundan söz ediyoruz...
İkisini de beğenmeseniz bile "Dönülmez akşamın ufkunda" olduğumuz kesin. Ya da Araf'ın kapısında. Oradan çıkışta cennet mi bekliyor, yoksa cehennem mi, bilene aşkolsun.
İç çekerek itiraf edelim; sorunun çözümünü alacakaranlık kuşağına bırakmayabilirdik. Ne var ki, yıllardır ha bire yeni halkalar eklenen stratejik hatalar zinciri, sonunda bizi şimdi Denktaş'ın da yakındığı "İki ayağımızın bir pabuca konulması"na getirdi. İşin bu noktaya gelmesinin sorumluları, ayırım yapmadan topuyla onlar. Şimdi ayağımızda prangaya dönüşen o hatalar zincirinin en affedilmez halkalarını hatırlatalım ki, kamuoyu yurtseverlik ambalajına sarılmış beceriksizlikleri, hatta vizyon yoksulluğunu görebilsin. Gerçeklerle yüzleşmeye hazırsanız, buyurun...
*Her şeyden önce dünyanın dönüşü olmayan tek yönlü yola girdiğini görmekte gecikildi. İsmet İnönü'nün 1964'teki "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır" postasıyla böbürlenmeye devam edildi. Hatta Demir Perde çöktükten sonra bile o meydan okumaya yeni yorumlar getirilmeye kalkışıldı. Neymiş; Türkiye-İran-Rusya-Hindistan-Çin ekseni oluşturulabilirmiş...
*Yunanistan'ın başta Kıbrıs olmak üzere iki ülke arasındaki tüm çözümsüz sorunları ulusal dış politikalarının çerçevesi dışına çıkarıp, AB'ye devrettiği görülmedi. İşte o devir sonucu Kıbrıs'ta çözüm, karşımıza AB'den tarih almanın ön koşulu olarak geldi.
*Denktaş'ın çocukluk arkadaşı Klerides bile müthiş bir gelişimin tornasından geçerken, Soğuk Savaş döneminin son iki liderinden biri (diğeri Fidel Castro) ve yeminli ilhakçı Denktaş'a, günümüz dünyasında sınır değişikliklerini kabul ettirmenin imkansızlığı hatırlatılamadı. Ya da söz geçirilemedi.
*Uzlaşmanın Kıbrıs'ı vermek veya satmak olmadığını, tam tersine uzlaşmazlığın Kıbrıs'ı dünyadan tecrit edilmiş bir cezaevine, hatta uygar uluslar topluluğunun dışına itecek bir "mafya kalesi"ne dönüştüreceğini haykıracak bir babayiğit çıkmadı.
*Denktaş'a "Annan Planı adadaki Türk varlığını yok etmeyi amaçlıyor" ile başlayan, "Plan artık masada değil" ile devam eden ve "Ben imzalamam, Türkiye imzalayacak birini bulsun" restine kadar varan söylemlerinin, müzakere sürecinde "iyileştirme" fırsatları için gerekli zamanı yok etmekten başka sonuç vermeyeceği anlatılamadı.
*Ve nihayet "burun sürtmek" için, aslında AB ve ABD'nin de Denktaş'ın çözümü dinamitleme çabalarına gizliden gizliye müthiş sevindikleri, çünkü 12'ye 5 kala kapılarının çalınacağını bal gibi bildikleri düşünülemedi.
Bu son koşul mu?
İçimize sindirmek güç gelse de, genlerimize işlemiş kaderciliğe sığınıp "Olan oldu, ileriye bakalım" demek ve bizim dışımızda herkesin paylaştığı "Aslında müzakere falan yok, iş sadece imzaya kaldı" yaygın görüşüne, yani "Ya al, ya bırak" dayatmasına rağmen, masada mümkün olduğunca az tüy bırakarak 40 yıllık sorunu topu topu 2.5 ayda bitirmek zorundayız.
Çünkü acelemiz var. Nazım Hikmet'in dizelerindeki gibi; "Kendi kendimize yarışmaktayız gülüm. Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm..."
Bu hayli uzun "günah çıkarma"dan sonra Araf'a giderken, hiç olmazsa bir güvence istemek de hakkımız olsa gerek:
Görüşmeler kazasız belasız biterse, Türkiye imzayı atmadan önce, AB temsilcisine dönüp, "Başka koşul yok değil mi" diye sormalı, hatta -sözlü bile olsa- Aralık'ta tarih taahhüdünü de koparmaya çalışmalı.