Uzun ömrüm boyunca yaşamış olduklarımdan parçacıkları anlatıyorum burada ara sıra. Kendimden söz etmeye meraklı olduğum için değil. Toplum gerçeklerini de ilgilendiren her anı tarihe küçük bir ışık tutar, sahibiyle birlikte toprağa gömülmesi yanlış olur diye.
***
Yanımda oturan Sibel Göksel adlı utangaç ve ürkek genç kız Türkiye güzeli seçilmişti. Ama annesi Rum olduğu, alevlenen Kıbrıs sorunu yüzünden gerginlik yaşandığı için tedirgindi. Ortaköy'de önümüzü kesen güruh kaldırım taşlarıyla otomobilin camlarını parçalamaya başlayınca çığlıklar atarak baygınlık geçirdi.
Tarih 6 Eylül 1955, vakit akşamın sekiziydi. Saldırganların suratlarındaki hayvanlığı ve Sibel'in yüzündeki dehşeti unutamam. Güç bela eve ulaştıktan sonra söylediğine göre linç edilerek öldürüleceğine yüzde yüz inanmış. Travmanın etkisi sürekli oldu. Ben de dal gibi bir kızcağıza yaşatılan vahşetten ülkem adına duyduğum utancı hiçbir zaman üstümden atamadım.
Bereket versin yıllar geçtikçe toplumumuzun bünyesindeki insancıllık potansiyelinin belirtileri de ortaya çıkıyor. Bakın, kovaladığımız okurlarının azalması yüzünden kapanması kararlaştırılan Rumca gazetenin imdadına o dili bilmeden abone olan vatandaşlar yetişti. Basın-İlan da destek sağlayacak galiba. Nasıl sevindim, anlatamam.
Metin Münir de güzel bir öneride bulundu. Başbakan Erdoğan önümüzdeki günlerde Kıbrıs'a gidecek ya.
"Adanın güneyindeki patlama sonucunda sıkıntıya giren Rumlara elektrik verilebileceğini açıklaması iyi olur" dedi.
Yazık ki oradakilerin bir bölümü insanca yakınlaşma olasılıklarının çok uzağında hâlâ. "
Karanlıkta yaşarız da Türk elektriği almayız" diye direnenler var. Patlamanın niçin olduğunu düşünmek akıllarına gelmiyor. Bir geminin önü kesilerek el konulan İran silahları ve cephanesi imha edilmeyip kızgın güneş altında yıllarca bekletildi aptalca. Neden?
"Gereğinde" Türklere karşı kullanılması niyetiyle.
Kaderin insanlarla alayı acı oluyor kimi zaman.
***
Milliyet yazarlığı yıllarımda Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı'nın davetiyle o ülkeye gittim. Mihmandarlığımı yapan kız da Sibel gibi incecikti, ama hiç utangaç değildi. Rahat tartışıyor, rahat gülüyordu.
Şoförümüz kaygan bir yokuşta arabayı yoldan çıkarınca kız Türkçe okkalı bir küfür savurdu. (Öyle çok sözcük varmış dillerinde). Okkalı dediğim, burada yazılamayacak kadar ağır bir sövgüydü. Şaşırdım, Bulgarca karşılığını sordum. Meğer "Allah kahretsin" demek gibi bir şeymiş.
Kız beni boyuna oraya buraya götürüyor,
"Şurada Osmanlıların öldürdüğü özgürlük savaşçılarımız yatıyor, bu tepede Türkler falanca kahramanımızı astılar" türünden bilgiler veriyordu. Sonunda kızdım,
"Sen beni utandırmaya mı çalışıyorsun?" dedim. Gülümseyerek verdiği cevap o yaşta birinden beklenmeyecek kadar olgunca, belki de öğretilmiş bir sözdü:
"Hepimiz insanız. Utanılacak şeyler olduysa, ortak geçmişimizde."
Şimdi Bulgarlar Varna'da Erme ni Komitacı General Ozanyan'ın heykelini açtılar. Hem de Cumhurbaşkanımızın ülkeyi ziyareti sırasında.
Anadolu'nun doğusunda
"çok Türk kesmekle" ünlü Ozanyan Balkanlar'da da Rus, Sırp ve Bulgar kuvvetleriyle birlikte Osmanlı ordusuna karşı savaşmış, daha sonra müttefik güçlerine yardımlarından ötürü Fransa'dan onur ödülü almıştı.
Hepsi insanlığın ortak geçmişinde kaldı. İbret için hatırlanmalı, incelenmeli, gerekiyorsa tartışılmalı. Ama düşmanlık sürdürme gerekçesi yapılmadan.
İstanbul'da 6-7 Eylül yabaniliği yaşanırken Nazım Hikmet ülke genelinde vatan haini, Rus ajanı, kızıl kuduz falan diye lanetlenmekteydi. Şimdi Abdullah Gül Bulgaristan'da cami ve ilahiyat lisesinin yanı sıra Nazım Hikmet Kültür Evi'ni de ziyaret etti.
İnsancıllık yurdumuzun içinde ne durumda?
Bir anı daha. Çocukluğumda dayımın yelkenlisiyle Sivri ve Yassı dediğimiz Hayırsız Adalara ava giderdim.
Sonra, Yassıada'da insanlara zulmedilir, idamlar planlanırken o yöne bakamaz oldum. Şimdi orada bir demokrasi müzesi açılması harika tasarı.
Yassı'ya da, ülke geneline de hızla hayır geliyor. Sevinin.