Bu köşede ilk yazı 18 Mayıs 2009 günü çıkmıştı. Yıldönümünde açık yüreklilikle bir değerlendirme yapmakta yarar var.
Temel sorunları devre dışında bırakıp "arızi" konuları öne çıkarmayı tehlikeli bir oyuna gelme yanlışı sayıyorum, ("Arızi" sıfatının sözlük anlamı: "Dıştan gelen, geçici, eğreti".)
İlk gün yanlış gündemli kavgaları kızıştıran her şeyi Türkiye'ye zararlı gördüğümü söylemiş ve "Etkili yayın organlarımız arasında bunu en az yapan SABAH oldu" demiştim. Son 365 günde o izlenimi yanlış çıkaracak bir şey yaşanmadı.
Ayrıca "aydın" çevrelerinde ilericiliği kendinden menkul kişilerin "sol" adına ahkam kesip durmasından yakınmıştım. Maalesef o terslik son yılda azalmadı, yoğunlaştı.
Bu gazetede değişik eğilimliler, sivri dilli tartışmacılar, çetin cevizler var ama, olduğundan farklı görünme meraklısı pozcular ve yüz binleri yanıltma pahasına birkaç yüz kişilik tribünlere oynayan özenti kumkumaları yok çok şükür.
***
Belki bunlar soyut geliyordur size. Meramımı daha net anlatabilmek için, son günlerde yaşananlardan örnekler vereyim.
Bir romancı hanım var. Yıllar önce bir gazete nelerden hoşlandıklarını duyurmak için Türk yazarlarına upuzun bir soru listesi göndermişti. Hangi müzikten, hangi kentten, hangi sanatçıdan, hangi yemekten tutun da, karşı cinsten kimin beğenildiği konusuna varana kadar hanımın hiçbir yanıtında tek Türk adı ya da sözcüğü geçmiyordu.
Kendisine takılmıştım bir yazımda
"Türk yazarı olduğunuzdan emin misiniz?" diye. Şaka da kaldırmazmış ki, düşman kesildi.
Geçenlerde bir televizyon programında karşılaştık. Yazarlarımızın birbirleriyle çekişmesine çok üzüldüğünü söyleyerek başladı söze. Sonra program boyunca diline Başbakan'ın yazarlarla sohbetini doladı. O kahvaltıya davet edilmemiş. Edilse de gitmezmiş. Gidenler dalkavukmuş.
Çözüm arayışlarının kavgayla değil de diyalogla verimli olacağına inanıyorsak kimseyle görüşmekten kaçınmamak gerektiğini ve çay içip konuşmanın dalkavukluk içermeyebileceğini anlatmaya çalışırken dedim ki,
"Ben herkesi ve her şeyi incelemek isterim; ikisinin de davetlerine icabet ederek hem komünist partisi lideri İsmail Bilen'le konuştum, hem cemaat lideri Fethullah Gülen'le."
Hanım alaylı bir kahkaha atarak
"Anlaşılıyooor" buyurdu.
Yazarın çizgisi kiminle konuştuğuna değil, ne yazdığına bakarak belirlenir. Söz konusu hanımın anlayışına göre o yazar bir inceleme fırsatını değerlendirdi diye
"F tipi" oluyor hemen. Ne demekse.
İnsanlar arasında sevgi, saygı köprüleri bu ortamda kurulacak!
***
Basına gelince... İki gün önce saygın bir meslektaş şunları yazdı:
"Gazetecinin görevi işbaşında olanlara şakşakçılık yapmak değil, varsa gördüğü yanlışları söylemektir... Recep Tayyip Erdoğan'a muhalifim, yarın Kemal Kılıçdaroğlu ya da bir başkası başbakan olursa ona da muhalif olurum."
İlginç bir yaklaşım. Demek şakşakçılık ile profesyonel muhaliflik arasında bir seçenek yok. Yanlışlar söylenecek ama doğrular söylenemeyecek. Örneğin bir başbakan Ege'deki karşılıklı silah harcamalarını turizm yatırımlarına kaydırabilirse iyi oldu denemeyecek.
***
Yurtdışında basın kulislerinde çok tanık olmuşumdur: Yöneticilerin yardımcıları dostça ilişki kurdukları muhabirlerle paslaşır, basın toplantılarında önemli konuların gündeme getirilip kamuoyuna duyurulmasını sağlarlar. Olağandır, yararlıdır, görevleridir.
Öyleyken, aydınlarımızca çok okunan bir gazetede
"Sipariş Soru Skandalı" başlığıyla Rus ve Türk liderlerin basın toplantısına ilişkin şu resimaltını okudum:
"Başbakan'ın Dış Politika Başdanışmanı Nabi Avcı, Sabah gazetesi muhabirine Başbakan'a sorması için bir soru iletti. Avcı'nın notunda 'Karabağ konusu gündeme geldi mi, Rusya ne adım atacak?' ifadelerinin olduğu görüldü... Erdoğan da soru hakkını aynı muhabire verdi."
Nabi Bey'i çok eskiden tanırım. Ülkemizin en iyi niyetli, en nazik, en efendi insanlarından biridir. Karabağ sorununun ve Rusya'nın tutumunun aydınlatılması da çok yararlıdır. Ama yaptığına skandal deniyor.
Bu ülkeye akılcılık ve huzur getirmeye çalışan herkese kolay gelsin!