Demokratik açılım sürecinin en önemli yanı hiç kuşkusuz "Kürt meselesi"nin ne olup olmadığını topluma anlatmaktır.
Bu mesele geniş kitlelerce bilinmiyor.
Çünkü yıllardır devlet asimilasyon politikasıyla Kürtleri Türkleştirmeye çalıştı ve yok saydı.
Kürt sorunu merkez siyasetin hiçbir zaman kafa yorduğu bir mesele olmadı.
Üniversiteler ilgilenmedi.
Kurumlar yasak koydu.
Medya görmezden geldi, kışkırttı ve önyargıların yaratılmasını sağladı.
Ve öyle bir noktaya geldik ki, basit demokratik adımlar bile Kürt meselesi yüzünden ertelendi, toplumdan esirgendi.
Şimdi 86 yıl sonra bunun değişmesini istiyoruz.
Kolay olmayacağı çok açık...
Aslında son 20-25 yıldır Türkiye toplumu hayatın her alanında bu sorunun yakıcı sonuçlarıyla sarsılıyor.
Bu sarsıntı içinde televizyonlarda, gazetelerde, evde, işte ve sokakta bu sorunu tartıştık, tartışıyoruz.
Ama önemli bir şeye, birbirimizi dinlemeye ve sorunu anlamaya ihtiyacımız var.
Günlük yaşam içinde hepimiz her an inanılmaz tepkiler ve öfkelerle karşılaşıyoruz.
Görünen o ki, hâlâ toplumun önemli bir kesimi bu topraklarda neler yaşandığını gerçekten bilmiyor.
Meclis'te CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Dersim'i dillendirmeseydi orada nasıl bir "katliam" yaşandığını dar bir kesim dışında kimse bilmeyecekti. Aleviler bile kendi yaşadıkları acıyla yüzleşmek istemiyordu.
Gazeteci dostum sevgili Yavuz Semerci iki gün üst üste Dersim katliamından kurtulan ailesinin nasıl bir travma yaşadığını anlattı.
Bunu bilen kaç kişi vardı?
Merkez sağ siyasetin deneyimli isimlerden biri şöyle diyordu:
"Yavuz Semerci'nin yaşadığı acıyı hisseden hiç kimse demokratik açılıma karşı çıkmaz, çıkamaz. 50 yıl sonra başka Yavuz Semercilerin çıkmasını istemiyorsak bugün önümüze gelen kardeşlik projesini hayata geçirmeliyiz. Çevremizde eli kalem tutmayan ve bu acının on katını yaşayan onlarca insan var. Hiçbir millet 50 yıl sonra karşısına çıkacak acıya talip olamaz."
Peki, ne yapılmalı?
Burada en önemli görev siyasete düşüyor. Demokratik açılıma karşı çıkan partiler bile kullandıkları dile özen göstermeli.
Merkez sağ siyasetin deneyimli ismi yapılması gerekenleri söylerken önce bir tespit yapıyor:
"Yıllardır Türkiye'de uygulanan psikolojik harekâtla oluşturulan ve ırka dayanan yüksek bir milliyetçilik havası var. Bu hâlâ devam ediyor. Bugün demokratik açılımı düşünenler bu havayı düşünmeden, değiştirmek için çaba harcamadan hareket etme lüksüne sahip değil."
Peki, ne yapmalılar?
Demokratik açılımın karşısında yer alan CHP ve MHP'nin topluma dayattığı politika şu:
"Bu proje hayata geçerse Türkiye bölünür."
Bu çok sert, korkutucu ve net bir öneri... Demokratik açılımcıların buna cevabı ise soyut kalıyor:
"Daha fazla özgürlük, barış ve kardeşlik."
Bu öneri, yıllardır psikolojik stratejilerle belli bir ideolojik yapı kazandırılan toplumun önemli bir kesimi için elle tutulur bir şey değil. Bunu daha somut hale getirmek lazım. Bölgeye barış geldiğinde tek bir gencin bile burunun kanamayacağını, milyarlarca doların artık silaha aktarılmayacağını, kaç bin öğretmenin çalışabileceğini, yeraltı kaynaklarının devreye gireceğini, GAP'ın işlerlik kazanarak ne kadar istihdam yaratacağını rakamlarla ortaya koymak gerekiyor.
Daha önemlisi tüm bu gelişmelerin Türkiye ekonomisine yılda ne kadar katkı sağlayacağını kimse bilmiyor. AK Parti'nin bu sorulara somut cevaplar verip toplumun önüne çıkması gerekiyor.
Mevcut durum devam ederse ne olur, barış gelirse Türkiye insanı maddi ve manevi ne kazanır?
Ülkenin nasıl bir sinerji yaratacağını anlatmak gerekiyor.