Son günlerde Türkiye'de ilginç bir tartışma sürüyor. Gündelik yaşama müdahale de diyebileceğimiz türbanlılarla bikinililerin karşı karşıya gelmesi tartışması. Gazete haberleriyle başlayan bu tartışmanın tehlikeli bir yanı olduğu kadar hayırlı bir yanı da var.
Tehlikeli yanı şu; gazete haberleri üzerinden yürütülen bu tartışmada doğrularla yanlışlar birbirine karıştırılıyor. Oysa yaşamın içinde gazetelere yansıdığı gibi "siyaset eksenli" ve geniş kesimi ilgilendiren bir gerginlik yok. Daha çok farklı yaşamların birbirine tahammülsüzlüğü söz konusu. Yani olan "köylülükle şehirlilik" çelişkisi.
Bu da Türkiye'de ciddi bir şehirleşme sancısı yaşandığını gösteriyor. Son 30-40 yıla bakın, başta İstanbul olmak üzere birçok büyük kent yoğun göç aldı ve adeta varoşlarla kuşatıldı.
Ve ortaya zenginleşmeden "şehirleşen" mega köyler çıktı. Bu doğal bir süreç değildi. Gelenler şehirlerin dengesini bozduğu gibi kendileri de bozuldu. Ne köylüydüler ne de şehirli.
Ama içlerinde "göçmen ruhu" taşıdıkları için de değişime açtılar ve değişmek istiyorlardı. Zenginleştikçe değiştiler.
İşte bu nedenle bugün başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde "şehirleşme arzusu" yoğun biçimde yaşanıyor. Bu süreçte gerginlikler yaşanmaması mümkün değil. Buradan da "derin kriz" çıkmaz.
İşin hayırlı yanı da burada başlıyor ve toplumsal yapımız sorgulanıyor. Aslında geçen yıl da "şehir içinde piknik yapanlar" üzerinden böyle bir tartışma başlamıştı.
Şimdi denize girenlerin birbiriyle ilişkisi üzerinden yapılıyor bu tartışma. Siyaset dünyasını da yakından ilgilendiren bu tartışmaya katılanlardan biri de Habertürk'ün kurucusu gazeteci Ufuk Güldemir .
"Beyaz Türk" kavramını dilimize kazandıran Güldemir, bu kez yaşanan süreci yeni bir kavramla açıklıyor: "Büfeci İslam..."
Kuruluşunun 5. yılını tamamlayan AK Parti'nin iktidar olduğu bir dönemde, Türkiye'nin yaşadığı değişim sancısını anlamak açısından belki de en açıklayıcı kavram bu...
Peki ne diyor Güldemir?
Türkiye'deki İslami hareketin "dinsel" değil "sınıfsal" olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor:
"İslam son 70 yıldır, bu coğrafyada zenginin değil, başörtülü fakir fukaranın dini olmuştur. Bugünkü iktidar da başörtülü fakir fukaranın seçimle işbaşına gelmesinden başka bir şey değildir. Atatürk devrimleri ile birlikte burjuvazi ile din arasındaki ilişki kopunca, din köylülere kalmıştır.
Oysa din köylülere bırakılamayacak kadar mühim bir şeydir, Türkler şu anda acıyla bu gerçeği öğreniyor. Dindar köylüler çok partili rejimle birlikte şehirlere göçüp "Büfeci" olurken köylü İslam'ını da şehirlere getirmişlerdir."
Aslında "Büfeci" bir simge. Kimi büfeci, kimi bayi, kimi de toptancı oldu. Düşünce dünyaları da yaptıkları işle sınırlıydı. Güldemir o sınırlı dünyayı şöyle anlatıyor:
"Büfeci, köylülükten kurtulmuş ama daha işadamı olamamıştır. Fakat önemli bir eşiktedir. İşadamı "evrensel" bakar "sınıflarüstü", "siyaset üstü" hatta "dinlerüstü" düşünür. Büfeci akrabacıdır, klancıdır . Her şeyi 3 metrekare dükkanı kadar bilir. Muhasebesi, siyaseti, dış politikası 3 metrekaredir. "Serbest piyasa" ekonomisini, "serbest bir ekonomik rejim" zanneder, demokrasi ve insan hakları ile entegral irtibatını bilmez. Zanneder ki Amerika zengin olduğu için insan hakları vardır. Oysa insan hakları olduğu için zengin olmuştur Amerika, çözemez. Dünya haritası sadedir büfecinin: Yahudi dünyayı sömürür. Araplar din kardeşimizdir. Yunan düşmandır. Türkiye'miz çok güzeldir. Uğur Dündar araştırmacı gazetecidir. Televoleler ahlakımızı bozmaktadır."
Bu tespiti yapan Güldemir, durumun çok da "kötü" olmadığını belirtiyor ve tespitini değişime işaret eden şu sözlerle noktalıyor:
"Bugün o, denize mayoyla girmese bile, zengin doğacak çocukları mayoyla denize girecek demektir. Gelişmeye en yatkın kesimdir büfeciler."
Toplumun yaşam kalitesini yükseltmek için siyaset yaptıklarını söyleyenlerin bu tespitlerden nasıl bir sonuç çıkartacağını doğrusu merak ediyorum.