S
oma'daki maden kazasında hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı diliyorum.
Gazeteciliğin acıklı çelişkilerinden biridir. İnsanların öldüklerini haber yaparsınız. Oysa yaşadıklarından hiç haberiniz olmamıştır.
Ne de olsa, tabulaştırdığınız gazetecilik mentalitesi bütün toplumsal rolleri sizin için devşirmiştir.
Bir anda, kendinizi 'ölü evinin yasçısı' ilan edersiniz.
Yaşarken hiç dikkatinizi çekmemiş insanların ölümlerini elbette en iyi siz bilirsiniz. Kalanların acılarını o iğneleyici dilinizle tabii ki sadece siz dindirirsiniz. Siz ki acının da coşkunun da şampiyonusunuz.
Nihayet, çok sürmez günlük politik kavgalarınıza dönüp onları kendi yalnızlıklarıyla baş başa bırakmanız.
Öyle günlerdeyiz ki; "Ölüm bile bizi ayıramaz" demek şöyle dursun, "Ölüm bile bizi birleştiremiyor."
Doğrusu, medya etiği dışında hiçbir konuda birleşmek zorunda değiliz ama... Medyanın sahte kanaat önderleri üreten karanlığında gazetecilikle ideolojik aktivizm birbirine karışıyor.
Masalsı ifadelerle durum tasvirleri, inanç ifadeleriyle mecazlar iç içe geçiyor.
Ayrımcılık ve değerlere hakaret
İki büyük tehlike gazetelerimizde nöbette...
Birincisi, yargısız infaz...
Herkes kendince bir suçlu bulup onu teşhir etmek derdinde...
Kafese koyup dolaştırmak istiyorlar.
İkincisi, ayrımcılık ve nefret söylemi... Bir Hürriyet yazarı (Yılmaz Özdil), kazada hayatını kaybedenleri ve yakınlarını bir siyasi partiyle özdeşleştirdi.
Apaçık ayrımcı bir tavır...
İnsanların siyasi tercihleri nedeniyle ölmeyi hak ettiklerini söyledi.
Apaçık nefret söylemi... Ve o, gazetesinde yazmaya devam ederken genel yayın yönetmeni Enis Berberoğlu basın etiğinden dem vuran eleştiriler kaleme alıyor.
Bir de 'değerlere hakaret' konusu var elbette... Dua kavramıyla ve kader inancıyla dalga geçen gazeteciler...
Nerede gazetecilerin cemiyetleri, yayın ilkeleri, etik komisyonları, konseyleri... Bugün değilse ne zaman kazanacaklar kaybettikleri güveni?