Halka açık şirketlerin yönetim kurullarında en az 2 bağımsız üye bulundurma zorunluluğu hayata geçiyor. Şartları uygun yaklaşık 500 şirket için, 500'ü kadın, toplam 1000 yabancı üye, şirketlerin tepe yönetim katında yerini almaya başladı.
Buna itiraz edenlerin gerekçelerini hatırlıyorum; "sırlarımız ortalığa dökülecek" diyeninden "şirketimiz yabancıların eline geçecek" paranoyasına dek kaygılar manzumesi sergilemişlerdi.
Bu itirazları dinledikçe akla takılan soru şu oluyordu: Şeffaflıktan kime ne zarar gelir? Sır dediğin bilgiye, küçük ortaklar adına vakıf olacak bağımsız üyelerden neden korkuluyor?
Bu durum aslında Yeni Ticaret Kanunu'ndaki "ortaklar cari hesabına itiraz" argümanıyla aynı noktada buluşuyor; "hesap vermekten hoşlanmıyorum." İster büyük ortağın ister hissedarın, küçük ortağın olsun, hesap vermeye yanaşmamak, artık kabul edilir bir şey değil.
Küçük yatırımcının hakkını koruyan, ortakların birbirine karşı şeffaf olduğu, sosyal paydaşların bilgilendirildiği bir şirketin, güvenilirliğindeki artışı düşünün. Üçlü raporlama (finansal, çevre ve sosyal sorumluluk) zaten, sosyal paydaşlar nezdinde güven oluşturmayı amaçlamıyor mu?
Yönetiminde bağımsız üyelerin yer aldığı, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleriyle yönetilen şirketlerin bu sayede elde ettikleri avantajlara bakıyoruz: Daha kolay ve uygun kredi bulabiliyorlar. Halka açılırken "itibarlı" olmanın avantajını hissediyorlar. Müşteri sadakati ve toplumla bütünleşmede birkaç adım öne geçiyorlar.
Şeffaflık, ne mülkiyetin devri ne de sırların ortalığa saçılmasıdır. Şeffaflık, hesap verebilir olmanın gereğidir ve günün sonunda güven duyulan şirketi var eder.