Seçimi geride bıraktık. Gündem hızla ekonomiye dönüyor. Kazanan da, kaybeden de krizin Türkiye yansımalarını aynı ağırlıkta hissedecek. Dünya ekonomileri, krizde bir sonraki adımın, " istikrarlı iyileşme süreci "ne mi yoksa yeni bir " tsunami "ye mi varacağını kestirmeye çalışıyor.
Gündemde IMF ve G-20 zirvesi var. IMF anlaşmasındaki sıkıntılarını biliyoruz. Peki G-20 zirvesi neden önemli?
G-20, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu ülkelerce, küresel finansal istikrarı korumak için bundan 10 yıl önce oluşturuldu.
Meraklısı için öteki ülkeleri de sayalım: Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Almanya, Hindistan, Endonezya, İtalya, Japonya, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore, İngiltere, ABD ve AB.
Merkez bankaları başkanları ve maliye bakanlarından oluşan bu platform, IMF, Dünya Bankası gibi eski dünyanın uluslarüstü kurumlarını da bünyesinde barındırıyor.
Bu hafta Londra'da bir araya gelip kriz hakkında " kestirimde " bulunacak olan G20 liderlerinin çoğu, krizin 2010'da dipten dönülerek yeniden büyüme sürecine geçileceği kanaatini paylaşıyor.
Sunday Times, bir habercilik örneği vererek G-20'lerin henüz yapılmayan toplantısının sonuç bildirisinin taslağını ele geçirmiş. Gazetenin aktardığı alıntıya bakıyoruz: "Teşvik paketlerinin de etkisiyle, gelecek yıl küresel büyümede 2 puanlık artış olacak." Fakat buradaki temel önkoşul olarak, önümüzdeki 18 ay boyunca G-20 ülkelerinde toplam 20 milyondan fazla yeni istihdam yaratılması yer alıyor.
Şartlar bitmedi; 2010'da küresel kurtuluşa varabilmek için küresel finansal sistemin daha etkin denetimi, batmakta olan bankalara desteğin devamı, IMF kaynaklarının 2 katına çıkarılması, kamu harcamalarının artırılması gerekiyor.
Tabii bu şartlar henüz tartışılmadı fakat görünen o ki G20'ler içinde sözü geçen G7'ler, bu maddeleri de dayatacak.
Bana öyle geliyor ki G7'lerin ( Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere ve ABD) yarattığı krizi, daha geniş platform içinde ele alarak bir bakıma faturayı da dağıtma kurnazlığı yaşanıyor.
Açgözlü büyüklerin krizinin faturasını bütün dünyanın ödediği de bir gerçek. En azından bizler, ihracatımızın üçte ikisini temsil eden bu ülkelerin krizini, " müşteri kaybı ve pazar daralması " olarak yaşıyoruz.
G-20'de Türkiye'nin ağırlığı her geçen gün artıyor. Ancak Türkiye'nin giderek yükselen önemi, krizden en az yara almamızın da etkisiyle bir tür " kıskançlığa " dönüşme eğiliminde. Hatta yerel seçimlerde AK Parti 'nin % 39.2'ye gerileyen oyu, Türkiye'yi iktidar partisi üzerinden zayıflatma kampanyasına dönüşmeye başladı. Goldman Sach, bu durumu kullanarak " Türkiye'nin IMF anlaşmalarına dünden daha fazla ihtiyaç duyacağı " yorumuna varmış: " IMF programı sonuçlandırılarak yatırımcı güveni tekrar kazanılmalıdır. "
Yatırımcı dediği, krizde 14 trilyon doları batan küresel finans kurumları...Bu kurumların oluşturduğu ağdan akan paralarla borçlanmış büyük firmalar...
Bu açıdan bakılınca AK Parti'nin oyunun yüzde 44'ten yüzde 39.2'ye gerilemesi, IMF ile anlaşma sürecinde koz olarak kullanılacak gibi geliyor bana.
Siyasi istikrarsızlık kartını kullanarak IMF ile " büyüklerin istediği şartlarda " anlaşma sağlanması, seçim sonrası ekonomi gündemini oluşturacak gibi.
Son aylarda peş peşe açılan paketlere baktığımızda, kaynakların " IMF'nin hoşuna gitmeyen " alanlara kaydığını söylemek mümkün. Zira TÜSİAD da IMF gibi, kamu kaynaklarının ve IMF anlaşması ile oluşacak yeni fonların, büyük özel sektör firmalarımızın borçlarına gitmesini istiyor.
Düşünce şu: Bizdeki büyüklerin Batı'dan aldıkları borçları, IMF kaynağıyla kapatalım... Böylelikle Batı'dan gelen para yine Batı'ya gitsin. Rahatlayan, dış borçlarını ödemiş ve hatta bir kenara da zula kaynak koymuş büyükler olsun.
Halbuki Türkiye bugün her ne kadar eleştirsek de dinamizmini, kriz karşısındaki dik duruşunu KOBİ'lere borçlu. Kriz sonrası zıplamasını da yine KOBİ'lerle yapacak.
Bana göre Hükümet, seçim öncesi başlattığı " piyasayı canlandıran " tedbirlere devam etmeli ve KOBİ'lere desteği artırmalı.
IMF'ye ve G-20 sözcülerine rağmen...