Siyasetçiyi potansiyel suçlu ilan eden, bürokrasiyi yücelten devlet genetiği bugün her alanda varlığını sürdürüyor. Bu zihniyet, siyasetçiyi hep hata yapmaya müsait bir kimlikle tanımlar, bürokratları ise sistemin bekçisi olarak görür. Bu mantığa göre seçilmişler günahkârdır, atanmışlar ise günahkârların korkulu rüyası!
Oysa Türkiye'de genel bir denetim sorunu vardır. Mesele, sadece ülkeyi idare edenlerin denetlenmesi ile sınırlı değildir, "denetleyenlerin de denetimi yetersizdir." Kuşkusuz siyasi denetimi, sandıktan sandığa gerçekleşen hesap verme biçimi olarak görmek eksikliktir.
Sandık, büyük hesabın görüldüğü arenadır. İki sandık arasında da dönemsel hesap verebilirlik şarttır. Ancak, bu gerekliliğin nasıl karşılanacağı belirsizdir. Bürokratik kurumlara verilen yetkiler, kısa süre sonra yeni bir "vesayet odağı" olarak karşımıza çıkmakta, hatta son olaylarda görüldüğü gibi "planlı darbeye" dönüşebilmektedir. Zira bürokrat halk önüne çıkıp oy isteyen, riski göze alan, sonucuna katlanan kişi değildir. Yasal zırhı, garantili işi ve maaşı olan insandır. Asli kaygısı olsa olsa kariyeridir. Hangi makama atanacağı dışında, yarına göre hareket etmesi gerekmez.
Bizdeki bürokrasi gerçek manada denetlenebilir olmadığı için yetki sınırlarını genişletip, önce kamu yönetimini sonra tüm siyaseti dizayn edebilir!
***
Lütfen şöyle bir sistem tasavvur edin. Bir hâkim, bir savcı, biri istihbarat şubede, bir diğeri terör şubede, ötekisi de kaçakçılık şubede görevli üç polis. Yargıda ve adli kollukta görevli beş isimle istediğiniz soruşturmayı açabiliyorsunuz, gizlilik kılıfı altında dosyaları tezgâh altında tutabiliyorsunuz, suç şüphesi icat ederek dilediğiniz kimseyi dinleyebiliyor, sözde örgütle irtibatlandırabiliyorsunuz.
Kişi ve kurumların haysiyetini hiçe sayabiliyor, memleketin âli çıkarlarını gerekçe göstererek hukuku daraltabiliyor, yasaları keyfiyet noktasına kadar varan takdir yetkisiyle yorumlayabiliyorsunuz. Sahte imzalı mektupla işlem başlatabiliyor, gizli veya yönlendirilmiş tanıklarla öngördüğünüz hedefe ulaşabiliyorsunuz. Ama kimse sizden kuşku duymuyor.
Yetkinizi kullanma biçiminizi, hukukiliğini, aldığınız kararların sonuçlarını sorgulamıyor. Ve bunun adı hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, hâkimlik teminatı, adli kolluk rolü vs oluyor.
Hani bir söz var ya: "
El insaf-
ûl nısfiddin."
(İnsaf dinin yarısıdır!)
***
Böyle bir sisteme kim güvenebilir?
Kim, kendini hukuk güvenliği içinde hissedebilir?
Kim, adaletin devletin temeli olduğuna inanabilir? Kim, "
adaletin kestiği parmak acımaz" diyebilir?
Tamam... Siyasetçiye hesap sorulsun. Bunun için sandık beklenmesin. Ama kim hesap soracak?
Artık kaosa varan ve taraflı tarafsız her kesimde tereddüt uyandıran yargı mı? Bu yargıyı koruma kollama misyonu ile davrandığı öne sürülen HSYK mı? Veya... İmar Bankası'nın milyarlarca dolarlık faturası öylece Hazine'nin sırtında dururken tek sorumlusu bile ortaya çıkmayan BDDK ve SPK mı? Mesleki taassubunu aşamayan, yargıç- müfettiş ikilemi yaşayan Sayıştay mı?
Siz, bu ve benzeri kurumların, oralarda yetki kullananların bedel ödediğini, performanslarının ölçüldüğünü duydunuz mu? O halde çare nedir?
1- Her kurum ve her kişi hesap verebilmeli, denetlenebilmelidir.
2- Bürokrat da denetlenebileceğini, görev ve yetkisinin bir maliyeti olacağını bilmelidir.
3- Bürokratik denetim mekanizmaları "
erken uyarı" yapmalı, esasen TBMM zemininde etkin hesap verme modeli geliştirilmeli, yargı ise hukuka açıkça aykırılık hallerinde devreye girmelidir!