Herkes bu soruyu soruyor. 40 yıl sonra da ada bir çözüm beklentisiyle yaşıyor. Fakat bunun hemen olmayacağı, kolay olmayacağı açık. Şartlar artık daha farklı Kıbrıs'ta.
Kıbrıs'a müdahale de, orada devlet kurmak da doğru kararlardı. Fakat Türkiye uzun süre haklılığını anlatmakta zorlandı. Uluslararası zeminlerde bir suçlu muamelesine tabi tutuldu. Avrupa, Türkiye'ye karşı gizli gibi gösterse de çok açık niyetini bu konuda ortaya koydu. Kıbrıs'ı bütün zeminlerden silinmemiz için bir bahane olarak kullandı. Biz de gerekli esnekliği, kıvraklığı gösteremedik.
Ardından Kıbrıs'ın bir "milli dava" olarak telakkisi geldi. Baştan beri bir milli davadır Kıbrıs. Kuşkusuz. Ama o korkunç 1990'larda, ordu merkezli olarak yükselen Ulusçuluk bu konuyu tam bir batağa sapladı. Türkiye o yıllarda anti- Avrupa bir tutum içine girmişti. Kıbrıs bu maksatla kullanılıyordu. O konuda ne olacağına Dışişleri'nden çok Genelkurmay karar veriyordu. Nihayet La Haye'de olanlar oldu. Mümtaz Soysal'ın başını çektiği şahinler ekibi sanki bir getirisi olacakmış gibi o dönemde hazırlanan plana hayır dedi. İbre büsbütün Güney Kıbrıs'a döndü. Bu kesim AB'ye girdi. Türkiye ise AB'den tam da bu nedenle dışlandıkça dışlandı.
2000'lerin politikaları başarılıdır. Türkiye büyük bir kararlılıkla Annan Planı'nı savundu ve kabul etti. Karşı taraf hayır dedi. Fakat Avrupa Türkiye karşıtı tutumunu sürdürdü. Bazı çıkarlar elde ettik o nedenle, örneğin AB ile tam üyelik müzakereleri başladı ama Kıbrıs konusu gene de donuk bir halde kaldı. O kadar ki, 1960'lardan, hatta 1950'lerden beri devam eden başka tek sorun dünyada galiba Filistin meselesidir.
Bu tarihsel arka planı artık aşmak çok zor. Aradan 40 yıl geçti. Güney Kıbrıs başlı başına bir ülkeye dönüştü. Kendi şartlarını oluşturdu. Artık bir AB üyesi. Kişi başına düşen geliri yüksek. Buna mukabil Türk kesimi hâlâ güçlü bir ekonomiye sahip değil. Kendi içine kapalı. Dünyayla bağlantısı kesik. İki toplum arasında iletişim yok. Bu şartlarda ortak bir siyasetten söz etmek olanaksız.
Ne yapıp yapıp Kıbrıs'ı iki ayrı devletli bir yönetime kavuşturmak gerekir. Bu maksadın gerektirdiği ödünleri vermekten kaçınmamak bu nedenle zorunlu.
O koşulların başında Maraş gibi, gayrimenkul tahkimi gibi teknik konular değil, daha ileri "makro" meseleler geliyor.
Örneğin Ada'nın kaderine hâkim olan iç siyaset yaklaşımlarının dönüşmesi bir zorunluluk. Olmazsa olmaz. İkincisi, Kıbrıs "Türkiye'ye bağımlı" olduğu gerçeğini artık aşmalı. Kendi kendisine yeten bir ekonomiyi ayağa kaldırmaları zorunlu.
Son yıllarda bu konularda çok önemli adımlar atıldı. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay bu konuda akılcı bazı uygulamaları kararlılıkla izledi. Verilen para bazı şartlara bağlandı. Ekonomiyi toparlayacak reformların yapılması, popülizmden uzaklaşılması, kaynakların üretken yatırımlara yönelmesi bu şartlardan bazıları. Bakan Atalay şimdi borularla adaya su getirmek ve çok pahalı olan elektriği daha ucuza orada imal etmek çabasında.
Ancak bunlar yapıldıktan sonra turizmle ve sayısı şimdi altıyı bulmuş üniversite eğitimiyle Kıbrıs bugünkü şartlarını aşabilir. Kendi kendisine yeter bir ülke ve ekonomi olduktan sonrası daha kolay. Zorluk Türkiye'nin sırtında. Biz de Annan Planı ile başlayan çizgiden ayrılmaz ve "1974 ruhu"nu gerçekçilikle değiştirirsek, Lawrence Durrell'ın Kıbrıs'ı anlattığı o çok güzel kitabına adını veren "acı limonlar" belki biraz tatlılaşabilir.
Cumhurbaşkanı Gül'ün çok başarılı Kıbrıs gezisinden işte bu düşüncelerle döndüm.