25 Şubat 2014 tarihli Le Monde'da, bu gazete hâlâ bir gazetenin dünyadaki ciddi meselelerle ilgilenmesi gerektiğini bildiğinden, son dönem felsefesinin en önemli isimlerinden Jurgen Habermas'ın bir makalesi yayınlandı. Üstat uzun zamandır uğraştığı Avrupa konusuna geri dönmüştü. Demokratik yaşamın ve sosyal devletin, ulus devletle birlikte küreselleşmenin saldırısı altında olduğunu belirtiyordu. Tüm bu olanaklar geniş ölçüde yitirilmişti. Çözüm, daha doğrusu seçenek, ulus- üstü (supranational) Avrupa idi felsefeciye göre. (Yazar, elit siyasal seçkinlerin yokluğu üstüne de, herhalde bizdeki bazı kadroların dudağını uçuklatacak şeyler söylüyordu makalesinde.)
Yazıyı okuyunca kendi kendime Habermas herhalde fildişi kulesine büsbütün kapandı demiştim. Muhtemelen Avrupa sokağından pek haberi yoktu ve gerçeklerden hayli uzak, belki hoş, çok erdemli ama uygulanması artık olanaksız görüşler dile getirmekteydi.
***
Nihayet pazar günü
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları açıklanınca, saçımızın ak mı kara mı olduğunu da gördük. Evet, Avrupa, "bildiğimiz", daha doğrusu,
Avrupalıların bildiği Avrupa olmaktan hızla uzaklaşmakta, onların
bilmesi gereken bir Avrupa'ya doğru evrilmekteydi.
Bu Avrupa, her şey bir tarafa,
aşırı sağa kayan bir kıtanın tehlike çanlarıyla sarsılıyordu. Bunu hemen trajik sonuçlara taşımak doğru değilse de,
Marine Le Pen'in faşist partisi Fransa'da nihayet
% 25 oyla birinci parti oldu. O kadar büyük bir gelişmedir ki bu, düşünün, aynı parti
2009 seçimlerinde mesela
Lisieux denen yerde aday bile göstermez, ancak
% 2 civarında oya alırken bu defa aynı yerde
% 27.5 oy alıyor. Almanlar bir
neo-Nazi sokuyor meclise.
İngiltere'de göçmen karşıtı
Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) aynı şekilde öne fırlıyor.
Yunanistan'da bunun tersi oluyor, oylar, kemer sıkma politikalarına reddiye getiren aşırı sol partiye kayıyor.
***
Niye böyle derseniz,
Guardian'da,
Timothy Garton Ash, çok hoş bir cevap vermiş. Avrupa'yı "
her cins mutsuzluğun kıtası" diye tanımlıyor, "
28 ülke varsa seçim yapılan" diyor, AB'de, "
28 çeşit de mutsuzluk var."
Durumu açıklamak için Batı gazetelerinin yıllardır çarşaf çarşaf yazdığı
Eurozone krizine geri gidilebilir. Yalan da değil. Hemen hemen tüm yorumlar burada düğümleniyor. Kriz bir gerçek, olayların üstündeki etkisi daha da büyük bir gerçek ama bu bilinmeyen bir şey değil. Yeni olanı, insanların
farklı bir bilince yürümesi:
AB, Avrupa'yı krizden çıkaracak bir kurum, bir mekanizma iken, şimdi krizin kendisi, tanımı, özü oldu. Yani, Euro'da, ekonomide kriz olduğu için AB zayıflamıyor. AB'de zaaf olduğu için Euro krizi doğuyor. O zaman da AB damarı atlanmak isteniyor.
Yaptığım değerlendirmeye bir boyut daha ekleyeyim: AB'nin krizi
siyasetin Avrupa'daki dönüşümü kavrayamaması ve ona paralel bir çözüm üretmemesinden türüyor. Yeni Avrupa
çoğulluğun, farklılıkların, çeşitliliklerin Avrupa'sı. Oysa Avrupa'daki
merkez politikalar bu gerçeği kapsayacak bir siyaset üretemeyince doğan toplumsal çelişkiler bu defa onlara boydan boya ve cepheden karşı olan
radikal siyasetleri tetikliyor.
Üçüncü bir unsur sanırım
solun durumu. Özünde bir
sol proje olan AB tasavvuru, şimdi solun mevcut şartları kuşatamaması ve
neo- liberal, liberal politikalar ekseninde takılıp kalmasıyla güç kaybediyor, o güçsüzlük de ister istemez AB düşüncesinin odağı olan
merkezin yarılmasına yol açıyor.
Kabul edelim, AB savaşlarla parçalanmış o kıtanın tarihsel plandaki en başarılı projesiydi. Ama hâlâ
Soğuk Savaş anlayışıyla devam ediyor.
1968 gençlerinin
Sitüasyonistler tarafından geliştirilmiş bir sloganı çare olabilir:
güzellik sokaktadır. Fransız İhtilali'nden sonra "
yurttaşlar, kitaplara" diye bağıranları hatırlayarak bağırıyorum: "
Avrupalılar, sokaklara!.."