"Soğuk ve karanlık gece yarılarından sonra" dedi, o eski ve şık lokantanın sahibi, "Ankara sokaklarında Rus casusları cirit atardı, o zamanlar." 1960'ların ikinci yarısı o zamanlar dediği, Süleyman Demirel 1965'te iktidara gelmiş, adı "Morrison Süleyman" denecek kadar solcular tarafından "Amerikancı"ya çıkarılmış, ama o bildiğini yapmaya başlamıştı.
Bildiği de biraz şaşırtıcı şeylerdi. Mesela, Sinop'tan kalkan ve SSCB'yi tarassut eden ABD casus uçaklarının uçuşunu yasaklamıştı. Mesela, üç büyük ve stratejik önemi olan tesisi ABD'lilere değil Ruslara inşa ettiriyordu. Mesela, ABD'nin "haşhaşı yasakla" lafını dinlemiyor, Afyon köylüsünün gelir kaynağını kesmiyordu. Mesela, sol öğrenci olaylarının üstüne gitmiyor, "yollar yürümekle aşınmaz" diyordu. Mesela, tarım toplumu olarak bir yere varmak imkânsızdır düşüncesiyle, sanayileşmeyi ve "sistemden bağımsızlaşmayı" savunuyordu. Rus casusları da şehrin altını üstüne getiriyordu.
Sonunda "bütün bu yaptıklarımdan dolayı ABD beni devirdi, 12 Mart'ta" dedi, Demirel. Yalan değil, 12 Mart'ın ara kabineleri gelip, solun üstünden silindir gibi geçmiş, haşhaş ekimini yasaklamış, kalkınma planlarını tamamen ters istikamete sokmuştu. Ayrıca bu ne biçim işti, Amerikancı Demirel'le solcular aynı darbeye maruz kalmıştı?..
Bu kıssanın iki hissesi var. Birincisi, daha önce de yazdım, Türkiye'de sol bu konuları okuyamaz, adeta teolojik bir tek kutupluluk/ odaklılık içinde her şeyi ABD'nin yaptığına inanır, ayrıntıları ve diğer dinamikleri gözden kaçırır. İkincisi, eğer sistemin dışına çıkmaya çalışıyorsanız, bilmelisiniz ki, o mekanizma üstünüze kilitlenmeye çalışılacaktır.
***
Son zamanlardaki olaylar ve tartışmalar bize bu filmi yeniden anımsatmıyor mu? AK Parti'yi önce
ABD'nin getirdiği söylendi. (Nasıl "
getirmediğini" daha önce başkaları da yazdı, ben de yazdım...) Fakat aynı kesimler ABD'nin "
getirdiği" AK Parti'yi şimdi "
götürdüğünü" söylüyor.
Galiba burada durup biraz etrafa bakmak gerekiyor.
Eğer bütün mesele böyle ABD tarafından
kumanda ve manipüle ediliyorsa ortada çok vahim bir durum var demektir. Buna da herhalde sevinmek değil üzülmek gerekir. Kaldı ki, eğer buysa durum, ABD herhalde sadece ve sadece Türkiye'nin çıkarlarını düşünerek bir politika yaptığı için "götürmüyor" AK Parti'yi. Muhtemelen kendi çıkarlarına ters düştüğü için iktidar bu girişimde bulunuyor. O zaman kimden yana olmak gerek?
***
Yaşananlarla hiçbir ilgisinin olmadığını söylüyorsa da ABD, ama şöyle ama böyle, uluslararası politikanın çıkar kavramı nedeniyle, hareketlerin içindedir. Dünyanın temel koşulu bu. Bir ülke çıkarına ters düşüyorsa diğeri ona müdahale eder. Bu
kontrolsüzlük söz konusu ülkenin çıkarlarını ençoklaştırması yönündeyse müdahale haydi haydi gelir. Uluslararası siyaset bu nedenle gergin telde sürdürülen bir mücadeledir. Kör bir dövüşle varılacak bir yer yoktur.
Gene yaşananlara dönersek, ortada sistemin bam teline basacak hiçbir şey yoktur nasıl denebilir? Son iki yılın politikası tam tersi bir istikamette aktı.
Şanghay Beşlisi'ne dahil olmak istedik.
İran'da, Mısır'da, Suriye'de neredeyse bütün dünyanın izlediğinin tersine bir yol tutturduk.
Füze başlıklarını Çin'den almaya kalkıştık. İsrail'le zıtlaştık. En son
ABD Büyükelçisi'ni istenmeyen adam ilan edelim sözlerini de kulaklarımız duydu.
Bütün bunlarda haklı olabilir Türkiye. Haklıdır da belli bir konjonktür içinde. Kaldı ki, son iki yıla kadar dünyayla herhangi bir sürtüşmemiz yoktu. Ama şimdi var. Çünkü dış politikanın tıpkı
savaş gibi büyük bir
esneklikle manevra yapmak, konjonktür denen
güncel şartlara uyum sağlamak,
kıvrak davranmak olduğunu önemsemiyoruz. Bu bir üslup ve yöntem sorunudur. O kadar ki, haklı olduğu yerde bir insan ya da toplum haksız duruma düşebilir.
Zor bir yol yürüdü Türkiye. Buna
askeri vesayetin kaldırılmasını ekleyin. Bütün bunlar iktidarın
sistem tarafından zorlanmasına yol açacak unsurlardı. Muhtemelen o yoklamalar gerçekleşiyor, gerçekleştiriliyor şimdi. O nedenle durmak, soluk almak, manevra alanı kazanmak gerek.
Su uyurken bile kimlerin uyumadığı bilinirken boğayı boynuzlarından mı yakalamalı?