Taksiye biniyorum, soğuk ve yağmurlu New York iki yanımdan ışıklar içinde akıp gidiyor. Hava sonbaharın tüm ağırlığıyla üstümüze çökmüşse de bayram döneminin bütün şaşaası ve debdebesi bir ışık seli olarak taksinin camlarında. Neşeli şoföre nereye gideceğimi söyleyince "ben seni memleketime götüreyim" diyor, "Kamerun'a". Sohbete başlıyoruz. "1960'ta elde edebildi özgürlüğünü Kamerun" diyor. "Hem İngiliz sömürgesi olarak yaşadı hayatını hem Fransız. Gene de Batı işine öyle gelmeseydi ne yapar yapar sömürgeciliğe devam ederdi" diyor. Ürperdiğimi hissediyorum! Taksiden inerken sesleniyor: "Dünyanın en iyi kahvesi bizde çıkar ama o kahve sadece New York'ta içilir."
Bir başka taksi şoförü dudak uçuklatan şeyler anlatıyor. "Ganalıyım" diyor. "Orada Arap dili ve edebiyatı okudum. Mısır'a, Suriye'ye gittim. Etrafımı çevirdiler. Üstüme güldüler. Derime dokunup parmaklarına boya bulaştı mı diye baktılar. İstanbul'a vardım. Cennet gibiydi. Herkes dost, ahbap, arkadaştı. Dışişleri Bakanlığı'nda göreve başladım. Sonra darbe oldu. Siyasetle işim yoktu, gene de etrafımdaki çember daraldı. Herkes tutuklandı. Bırakıp buraya geldim. Beyaz insanın oyunuydu hem sömürge hem darbeler" diyor. "Gana" diyor "tarımla, balıkçılıkla geçiniyor. Biraz da kaza kaza bitirmedikleri elmas kaldı. Kanlarla dolu bir tarihtir elmas..." Gel de ürperme...
***
Biz bunları konuşurken ajanslardan bir haber yayılıyor dünyaya dalga dalga:
Mandela öldü! Bütün Batı
günah çıkarmak istercesine ona ağıt yakıyor. Sanki o
ırk ayrımcılığını yapan, büyüten kendisi değilmiş gibi. Akıl almaz iş! Batının ezeli iki yüzlülüğü.
O kadar büyük bir iki yüzlülük ki bu, daha dün,
Bush ve şürekâsı Irak'taydı, ondan önce
Afganistan'daydı. Şu an bile dünyanın dört bir yanında
paylaşım savaşları yaşanıyor.
Küreselleşme adı altında Batı dünyayı saklı yöntemlerle harıl harıl sömürüyor.
O küreselleşme cam, çelik ve ışıktan gökdelenler dikerken insanlar şehirlerin kenarlarında bir lokma ekmek uğruna çırpınıyor. Bizdeki bazı aklı evvellerin özgür olsun dediği
çocuk pornografisinden ucuz emeğe, insan kaçakçılığından silah kaçakçılığına kadar her şey Batı'nın kontrolünde sürüp gidiyor.
***
Afrika hâlâ kara. Afrika hâlâ sömürge. Mandela sadece bir simgeydi. O üstüne düşeni yaptı. Yapılması gerekenin ıstırabını yaşadı ama ilk gençliğimin 1960 ve 70'lerin,
Lumumbaların Afrika'sındaki karanlık hâlâ çok siyah. Üstelik Mandela'nın ölümünden sonra mutlaka anılması gereken bir kişinin adını görebildiğim kadarıyla sadece
Başyazarımız Mehmet Barlas andı:
de Klerke. Mandela'nın önemi, büyüklüğü, değeri tartışılmaz ama de Klerk'in Barlas'ın deyimiyle "vizyonu" olmasaydı her şey hala eskisi gibi devam edecekti.
De Klerk'i Büyükelçimiz
Özdem Sanberk'in düzenlediği bir toplantıda İstanbul'da dinlemiştim. Arada da konuşmuştum. "Nasıl başardınız" diye sorduğumda ancak o düzeydeki bir insandan beklenen dürüstlük yanıtını verdi: "Şartlar hazırladı her şeyi, bir de devletler bazen yöntem değiştirir." O gün bu gündür bu cevap akılımdadır: "
Devletler bazen yöntem değiştirir..."
Yöntemin nasıl değiştiğini, niye değiştiğini anlamak isteyenler gitsin,
Marlon Brando'nun bin kilo olmuş haliyle ama efsanevi oyunculuğu ile kısaca göründüğü "
Kurak, Beyaz Yaz" filmini izlesin. Ama değişimden sonra nelerin yaşandığını görmek isteyenler de YouTube'daki yüzlerce dokümana baksın.
***
Mandela'ya yakılan ağıtlara bakınca gerçekten biraz şaşıyorum. Onun
çözüm sembolü olduğu sorunlarla yüklü olmayan bir tek dünya köşesi var mı?
Time dergisinin yılın en iyi on fotoğrafı geçiyor önümden. Kahır, keder, kasvet yansıtmayan tek bir kare yok. Dünya acılar dünyası ve biz onları seyrediyoruz. Daha da çarpıcı olanı gözümüzdeki elifle başkasının gözünde mertek arayışımız. Biz, kendimiz, kendi içimizde otuz yılda, iç savaşta
40 bin kişi öldürmedik mi?
Mandela insan direncinin, inanç direnişinin aydınlık imgelerinden biri olarak geldi ve gitti ama dünya hâlâ yaşanacak insancıl bir yer değil.