Benim için tapınağın ta kendisi olan British Museum'un yarım yamalak lokantasında bir şeyler yer gibi yaparken yan masadaki karı koca büyük bir "peynir tabağını" birer bardak şarapla bitirme telaşındaydı. Yaşlı adamcağız bir yandan da önündeki deftere notlar alıyordu. Karşılıklı laf atmalardan sonra ahbap olduk, Türkiye'den geldik falan deyince MIT ve Stanford üniversitelerinde bulunmuş hoca dayanamadı, kalktı yanıma geldi, üç soru sordu: "Erdoğan Cumhurbaşkanı olacak mı, Türkiye laik kalacak mı, AB'ye üye olacak mı?"
Adama bir şeyler söylüyorum ama içimden "vay be" diyorum, "memleketin adını anınca düne kadar haritadaki yeri bilinmeyen Türkiye hakkında, gene düne kadar dünyadan bihaber Amerikalı kalktı, Türkiye'de herhangi bir köy kahvesinde konuşulan üç soruyu ardı ardına şak diye sordu"...
Verdiğim cevaplar bir yana, gene konuşurken, "mesela" dedim, içimden, "bundan 20 yıl önce Türkiye'den gelmiş birine böyle üç soru sorulur muydu, haydi diyelim soruldu, cevap veren kişi benim haleti ruhiyemle mi konuşurdu? Yani, kendinden emin, kompleksiz, 'sorun yok' havalarında mı olurdu?.."
ama nedenini bütün gün içimde tartıştıktan sonra akşam Covent Garden'da dolaşırken, Garrick sokağıyla New Row sokağı arasındaki tarihi barda etrafımdakilere bakarken buldum. Bu, bizim modernlikle olan ilişkimizin değişiminden kaynaklanan bir sonuçtu.
***
Türkiye'de modernleşmeyle olan sancı tamı tamına
Namık Kemal'den
Oğuz Atay'a kadar uzanan bir tarihi tutar. Bu "acının tarihi"dir. Buna
Orhan Pamuk da eklenebilir. Ama sadece
Atay'la
Pamuk'un kıyası bile nelerin değiştiğini göstermeye yeter.
Atay, modernleşmeyle ilgili olarak, bizatihi kendisi sancı çekerken,
Pamuk, o çok güzel kitabı
İstanbul'da, acı çekenlere artık dışarıdan bakıyordu. Hatta şimdi
Robert Finn'in çok duyarlı çevirisiyle İngilizcede de yayınlanan
Sessiz Ev'deki kahramanların yaşantıları ve bilinç dünyalarıyla gene
Masumiyet Müzesi kahramanının tavrı ve tutumu arasındaki fark neyin değiştiğini görmeye yeter de artar bile.
***
Değişen,
modernleşmenin artık
kültürel bir zorlama içinde
düşünülmemesiydi. Modernlik, Türkiye'de yaşayan insan için artık
daha iyi hayat, mal mülk edinme ve teknoloji demektir. Bir de hepsinden önemlisi
herkesin bildiği gibi yaşamasıdır modernlik. Oysa bundan daha bir süre öncesine kadar
modernlik insanın kendisini belli bir kalıba sokmasıydı. İnsanın ne yaparsa modern olacağı, modernleşeceği ona anlatılıyordu.
Kültürel bir gerçeklik olarak algılanan modernlikten böylece
teknik bir gerçeklik olan modernliğe geçişten söz ediyoruz. Buna
nispi, kısmi bir liberalleşme demek de kabildir. Devlet merkezli, buyurgan bir anlayıştan bireyin kendi iradesinin hâkim olduğu bir zihniyete geçiş. Gerçekten de
Kantçı manasında modernleşme buydu. Kant, o çok benimsenen Aydınlanmayı öyle tanımlamıyor muydu, "
insanın üstündeki vesayetlerden arınmış olarak kendi iradesini kullanması", yani "
sapere aude": bilmeye cesaret ediniz!
***
Bu anlayışla birlikte değişen bir şey daha var:
değişimin süreklilik içindeki yeri. Londra'da olunca, yanınızdan akıp giden hayatı biraz gözleyince ve biraz insanlarla temas edince anlıyorsunuz ki,
Yahya Kemal ve
Tanpınar gibi
ne aradığını anlamak için sürekli olarak arayan insanların sancısı aslında buymuş: kimsenin itirazı olmayan değişimin, hayatın sürekliliğini bozmadan gerçekleşmesi. Onların tabiriyle "
değişerek devam etmek, devam ederek değişmek."
Londra'da yağmur ve sis vardı. "Türkiye artık böyle bir zeminde devam edecek" derken kendi kendime, neyse ki,
Ella ve Louis, kafamın içinde, "
a foggy day in London town/ sisli bir gün Londra'da..." şarkısını söylüyorlardı, ışıltılarla dolu, soğuk ve neme karşı... Herkese iyi bayramlar.