Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

New York'un tuzu, şekeri...

Helena masanın üstünde tuz arıyor.
Daha önce 1960 ve 70'lerde icat edilmiş sağlık konusundaki yasakların ("yumurta, tereyağı yemeyin, kahve içmeyin...") teker teker geri kaldırılışından tuz da nasiplenmiş, "tuz yiyebilirsiniz" diye bir makale okumuş.
Tek gram fazlalığı olmayan güzel Helena "ben" diyor "baştan beri bu görüşü savundum, nasıl tuz yemeyecekmişiz?
Vücudumuzda doğal olarak bulunan her şeyi yememiz gerekir..."
İyi de masada tuz yok. Belediye Başkanı Bloomberg tuzun masalardan kaldırılmasını istemiş, New York lokantaları da bu talebe, öneriye uyuyor. Robert her zamanki asabiyetiyle "yahu" diyor "Bloomberg kim oluyor da bana ne yapacağımı söylüyor?"
Bunun üstüne herkes New York Times'in birinci sayfasında çıkan karikatürü hatırlayıp gülüyor: Dev gibi bir Bloomberg, 19. yüzyıl dadıları gibi giydirilmiş, üstüne de yazmışlar:
Dadı Bloomberg.
Yalan da değil, Bloomberg kendine biçtiği dadılık görevine devam ediyor. Şimdi de New York'ta "ekstra büyük" şekerli içecek satışına yasak getirmek istiyor.

***

O kadar nefis, bana her şeyiyle 19. yüzyıl kültürünü anlatan Princeton Kulübü'nde, bu kadar güzel ve zevkli bir yemekte hiç öyle tartışmalara girecek niyetim olmasa da, Robert'a, "eh" diyorum, "sen siyaset teorisinin, hukuk teorisinin, devlet teorisinin en önemli konusunu kurcalıyorsun:
Devletin müdahale ve yaptırım gücü. Devlet benim hayatıma ne ölçüde karışabilir, davranışlarımı nereye kadar kısıtlayabilir? Bütün liberal doktrin bu tartışmanın üstüne oturmuyor mu?.."
Akın daha ilginç bir konu atıyor ortaya: "Sigara yasağına belli bir küçük grup dışında dünyanın her yerinde herkes taraftar ama neden içki yasağı söz konusu olduğunda bütün dünya ayağa kalkıyor, zararsa ikisi de aynı ölçüde zararlı, eğer kişinin hayatı söz konusuysa; alkol içen yanındakini etkilemiyor ama sigaranın dumanı ötekini de boğuyor konusuysa mesele, bu başka bir şey, kişisel zarara devlet yaptırımı beni daha fazla ilgilendiriyor..."
Herkesin aklından tam o sırada kürtaj tartışmasının geçtiğini biliyorum. Nitekim Narınç küt diye koyuyor meseleyi ortaya: "Aynı şey mi diyeceğiz?.." diye soruyor.
***

Başımı çevirip bakıyorum. Gökdelenlerin ışıkları garip bir galaksinin yıldızları gibi yağıyor üstüme... Amerika'nın "başörtüsü" diyebileceğim kürtaj tartışması şimdi Türkiye'de yaşanıyor ama bu hengâme şu ülkede hiç bitmedi diye düşünüyorum. Din ve muhafazakârlık bir çevre için tartışmanın sınırlarını tayin ediyor. Ama dünyanın her yerinde tartışılan laiklik bütün pozitif anlayışıyla bu olguyu ayağı üstüne dikiyor.
Amerika da buna dışsal değil. O kadar değil ki, bu ülkede muhafazakârlığının sınırı yok, bir manada. Bütün şu üstünde konuştuğumuz "özgürlükler" 1960'larda biçimlendi.
1970'lerde kadınlar hâlâ sokaklarda kürtaj ve diğer kazanımlarının mücadelesini veriyordu.
Bu ülke belki bizden daha fazla kitap yasakladı.
Sansür uyguladı. Gene de bir uzlaşma yolu buldu. Büyük özgürlükleri idrak etti.
***

Ama bir gerçek var: Ekonomik ve sosyal gelişmişlik kültürel ve insani gelişmeyle desteklenmedikçe bir şey ifade etmiyor. Ne yapalım ki, modernitenin öyle bir yanı da var. O malum "altyapı" değişikliği "üstyapı" değişikliğini de etkiliyor. Akıl, bilim ve kültür bir araya gelince ortaya bambaşka bir yaratık çıkıyor.
Yemek bitti, sokağa çıktık. Baktım, New York gençliğimin 43. Caddesi şimdi bambaşka bir yerdi, zaman akmaya devam ediyordu.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA