Eğer demokratik bir ülkede yaşamak istiyorsak ve eğer uygar bir ülke olarak bu istem Türkiye'nin tercihi olmaktan öte kaderiyse bu krizi aşmak da zorunlu. Öyle de olacak. Başbakanın bu süre zarfında gösterdiği sükûnet aşılmasında etkili olduğu gibi devlet krizinin daha fazla etrafa hasar vermesini engelledi. Sorun en nihayet bir iç çözümle aşılıyor.
Şimdilik aşılması, palyatif bir önlemle geçilmesi krizin yeniden patlamayacağı anlamına gelmez. Denge, doğada esas olan dengesizliğin bir özel durumudur. Onu kalıcı, kararlı hale getirmek önemli düzenlemeler yapmayı gerektirir. Masanın düzgün durması için en az üç ayak yeter ama asıl olan dört ayaktır.
Türkiye yakın dönemler dahil bütün tarihi boyunca bu gerçekle koyun koyuna yaşadı. Kriz bu kültürün en önemli koşullarından biri. Amerikalı iktisatçı Schumpeter, krizi kapitalizmin en önemli reflekslerinden biri olan yıkıcı yaratıcılığın temel ihtiyacı olarak görüyordu. Kapitalizm küllerinden doğan bir "süreç" aynı zamanda, kendini krizlerle yeniliyor. Belki ormanların nefes alacak ve yenilenmelerini, devam etmelerini sağlayacak boşluğu yaratmak için kendilerini yakmasına benziyor bu durum.
Devlet düzeni de benzer biçimde krizlerle mi ayakta kalmalıdır, kendini yenilemelidir sorusunun yanıtını hemen hayır diye vereyim. Devlet, Ortaçağ'dan beri parçaları ahenkli işleyen makinelere, daha çok da organları birbirini tamamlayan bir bedene, gövdeye benzetildi. Modern devlet bu "basit" ama ne yapalım ki içinde doğrular barındıran önermeyi kendisine özgü bir niteliğe kavuşturmak için çok uzun bir tarih yaşamak, çok badireler atlatmak zorunda kaldı.
Kuvvetler ayrılığı, hâlâ çok tartışılsa bile, bu sonucu elde etmenin en önemli aracı. Onu uygulanabilir, güçlü bir mekanizmaya dönüştürmekse demokratik bilinci güçlendirmekten geçiyor. Yetmiyor; devleti toplumun önünde görmemek Gordion düğümüne dönüşüyor. Keserseniz İskender olursunuz; Osmanlı'nın en çok önemsediği komutan ve devlet adamı, "filozof kral".