Her ne kadar meydanlar seçim ateşiyle alev alev yanıyorsa da ben o konuyu tartışmaya biraz daha ara verip, hiç değilse gündemde olup tartışılan konulara, biraz daha uzaktan bakarak birkaç şey söylemek istiyorum. Gündemle arama da İstanbul'la Stockholm kadar bir mesafe koyuyorum. Şundan: bu hafta başında Stockholm'de Güvenlik ve Gelişme Politikaları Enstitüsü'nde basınla ilişkili beş kişi oturup Türkiye'yi konuştuk. Dördümüz Türkiye'den gitmiştik. Halil Karaveli ise İsveç'te yaşayan bir dostumuz.
Toplantının başlığı "Yeniden Türkiye'yi Tartışmak" idi: yeniden tartışmak. Bu başlı başına bir olgu. Muğlak da olsa, zımnen de olsa bu başlık bugüne kadar gelen Türkiye'den daha farklı bir Türkiye olduğunu benimsiyor/du. En azından eski sorunsalların aldığı yeni içerik insanları ilgilendiriyor.
Türkiye'de bir şeyler oluyor, oturup onu değerlendirmek istiyor dünyanın çeşitli yöresindeki kurumlar. Hiç hayatımda bu kadar çok Türkiye tartışmak için davet almamıştım. Kabul edecek olsam bir konferanstan ötekine gitmekten başka iş yapmam mümkün değil.
Yapılan değerlendirmeler üç noktada yoğunlaşıyor. Birincisi, AK Parti acaba 3. dönemine girerken daha otoriteryen bir anlayışa mı bürünüyor? İkincisi, acaba bunun bir uzantısı olarak AK Parti önümüzdeki dönemde, daha önce söz verdiği ve büyük katkı aldığı, anayasa değişikliğini yapar, anayasayı çok demokratik bir niteliğe kavuşturacak adımları atar mı? Üçüncüsü, ezeli sorunumuz: Kürt konusunda neler oluyor?
Bana kalırsa bu üç sorun birbirine bağlı ve gene bu açıdan bakılırsa, şu seçim döneminde, gerek ülkede gerekse yurtdışında Türkiye'ye dönük ilginin önceki dönemlerle mukayese edildiğinde epey farklı bir noktada yoğunlaştığını görüyorum: demokrasi. Bu bana ilginç geliyor. İki nedenden ötürü.
Birincisi, öyle anlaşılıyor ki, şimdi AK Parti'nin de gitgide daha fazla içine girdiği, 1950'den beri Türk sağının alamet-i farikası olmuş kalkınmacılık/büyümecilik anlayışı o kadar ilgi toplamıyor, Türkiye'nin büyük fotoğrafı söz konusu olunca. Oysa daha çok kısa bir süre önce bütün uluslararası mecralarda ve vasatlarda Türkiye'nin ekonomik başarısı söz konusu ediliyor, o soruluyor, o sorgulanıyordu. İkincisi, buna bağlı bir şey: eğer dünya ligi söz konusuysa Türkiye oraya ancak demokraside ilerleyerek katılacak. Bu 19. yüzyıldan beri yaşadığımız bir gerçek ve bunu yanlış yorumlamamak gerek. Böyle bir değerlendirme Türkiye küçük görüldüğü ve önemsiz bulunduğu için değil, tersine, çok önemsendiği için yapılıyor. Daha demokratlaşmış bir Türkiye daha fazla ilişki ve belirleyicilik demek.
AK Parti'nin önemi ve meşruiyeti 2002 sonrasında bu yöndeki anlayışından kaynaklandı.
Kökenleri ve arayışı düşünüldüğünde ona verilen destek son kertede Türkiye'deki demokratikleşmeye verilen katkıydı. AK Parti bir taşıyıcı koalisyonla geldi iş başına, o koalisyona dayanarak iş başında kaldı, oyunu % 58'e kadar çıkardı. Kendisi de bir taşıyıcı parti olarak işlev gördü. Bu taşıyıcılık altyapının dönüştürülmesinden ziyade Türkiye'nin demokratikleştirilmesine yönelikti. Bilhassa şimdi vesayet sisteminin aşılması gibi tanımlamalarla ifade edilen yapısal değişikliğin gerçekleştirilmesinde önemli adımlar attı.
Dolayısıyla AK Parti'nin (şimdi) demokrasiyle ilgili pozisyonuna dönük tartışmaların gerek içeride gerekse dışarıda bu derecede yoğun bir ilgi toplaması şaşırtıcı değil, gerekli ve yerinde bir unsurdur. Bunu sağlayacak faktörler ise Kürt konusu, AB ve anayasa değişikliğidir. Yapılır yapılmaz; o ayrı bir konu ama bilhassa yeni bir anayasa ihtiyacının bu kadar açık bir dille ve somut şekilde ifade edilmesi Türk siyasal modernleşmesinin, biraz da kendine rağmen, yaşadığı en önemli adımdır. Anayasayı dönüştürürsek diğer sorunları da çözmüş olacağız. Bu bakımdan bugünkü tartışmaların 1856 sonrasının doruk noktası olduğunu söylemek gerekir. Kürt meselesinden de bu optikten bakınca korkmak, kaçınmak değil, "yararlanmak"tır, yapılması gereken.
İşte bunları konuştuk doludizgin beyaz gecelere giden Stockholm'de.