Kilisenin çanları çalıyor ama akşam diye bildiğimiz o karanlık bu kente çökmeyecek. Gökyüzü giderek ağdalaşan bir sakız gibi havada asılı kalacak. Gece çok sonra inecek bu şehre. Gece yarısı uyanışlarımdan birisiyle kalktığımı sanarak gözümü açtığımda dışarıdaki aydınlığı görüp bu defa sabaha kadar deliksiz uyuduğumu sanarak yanılacağım. Yazın en uzun günlerine giderken camdaki mavilik sabahın 4'ünden süzülecek. Gün doğmayacak bu şehirde ve batmayacak. İnsanlardaki suskunluk belli ki zamanın değişmesindeki sabırla demlenmiş.
Parke taşı döşeli kayaların üstüne ve altına yerleştirilmiş bu kentte, Stockholm'de, Kuzeyin ebedi ışığı yavaş yavaş damlayan bir su gibi üstüme düşüyor. Deniz kuşlarının çığlıkları ve bastığım yerde kaybolan ayak seslerimin dışında hiçbir şey duymuyorum. Zaten ben de çıt çıkarmaktan korkarak yürüyorum, neredeyse terk edilmiş, kendine bile kapalı daracık sokaklarda. Kollarımı iki yana açıyorum ve iki yanımdaki duvarlarda yüzlerce yıllık tarihin tokluğunu hissediyorum.
Zaman kendinden korkar gibi geri çekiliyor ve meydanların ortasında unutulmuş çeşmeler, eski yüzlü binalar ve o yaşlı gökyüzüyle baş başa kalıyorum. Burada her şey o kadar içine çekilmiş ki, iki adım ötede duran deniz bile benim bildiklerimden çok farklı. Bu şehir insana her şeyi yeniden keşfetmeyi zorunlu kılıyor. Her şeyi keşfeden insan önce kendini yeniden buluyor demektir.
Strindberg bu kentte çıldırdı. Bergman bilincimizde damıttığımız o siyah kanı anlatan koyu dramalarını bu kentin çevresini kuşatan ıssız adalardan birinde yazdı. Bu ülkenin toprağı ve kültürü insanın içindeki karanlık, acıya yatkın, melankoliye batmış olan yanları aradı. Sevap ve günahın, kabul ve inkârın, unutuş ve hatırlamanın çelişkisindeki insan onların "metinlerinde" boy verdi.
Bu insan kimdi? Niçin hep arıyordu, neden hiç bulmuyordu? Din inananlar için uzun yolları kısaltmış, dar kapıları ardına kadar açmıştı. Ama bu insanın savaşı önce inanmaklaydı. İnanan kendine inanır. "Büyülü Fener"deki "papaz çocuğu" da Hizmetçinin Oğlu'ndaki karanlık okul yıllarının çocuğu da inanmanın insanı kurtaramayacağını, çoğu zaman onu başka bir karanlığa çekeceğini anlattı. Yaşamaktır inancın en büyük kaynağı. Yaşanmayanlar da başka bir inanışın zemini olur. Ama gerçek hayattır, hayat da gerçek. En koyu inanışlar en sert inkârların kapısına açıldı hep bu kentte. Bundan.
1970'lerin "İsveç günahı" belki bu unutuş çabalarının bir sonucuydu. İnsanlar kendi dışlarına çıkmaya çalışırken dinle çarpışmayıp da ne yapacaktı? Gelmeyen gece, gitmeyen kış, aydınlanmayan gökyüzü, bitmeyen soğuk, durmayan kar içinde insanın "sıradan" olmasını beklemek safdillikten de öte bir aldanmadır.
Kısa, kalın, kunt sözcüklerini duyuyorum bu dilin. Kadınların bitmek tükenmek bilmeyen bacaklarına, inanılmayacak güzelliklerine, erkeklerin güçlü gövdelerine, çocukların diriliklerine bakıyorum. Bambaşka bir uygarlık var etrafımda. Coğrafyanın Kuzeydeki en son noktasına yaklaştıkça yaklaştım. Hep kendini arayan bu insanlar uygarlık deyince nasıl bu kadar açık, kesin ve kararlı olabildiler? Uygarlık en nihayet insanın kendine inanması değil midir?
Yıllarca bu kentin kapısından döndüm. Kaç kerte istedim ve denedimse açıp giremedim. Oysa filmleri, cazı, Greta Garbo'su ve Ingrid Bergman'ıyla bende yaşıyordu. Hayalimde bu şehri, bu kültürü hep "yaralı", hiç değilse "sancılı" bir kültür olarak yaşadım. Şimdi önümde açılan büyük denize, dönüp arkamdaki dar sokaklara, güzel meydanlara bakıyorum ve yanılmadığımı düşünüyorum. Parlayan güneşin aldatıcı bir yanı olduğunu geçiriyorum aklımdan. Güneş güneyin malı. Burada çok yabancı ve ayrıksı. Derken, mayıs ayının sonunda, güney rüzgârı esse de, üstümüze dolular iniyor ansızın. Gökyüzü simsiyah. Kentin gerçeğini nihayet bulduğundan kuşku yok. Boyalarını silip gerçek yüzünün bilgeliğini kuşanan bir kadın gibi şimdi, derin bakışlı ve durgun.
Sessizlik büyüyor etrafta. İnsan yalnızlığın bu şehirdeki tek gerçek olduğunu bir duvara çarpmış gibi anlıyor, ansızın. Kahvelerin önünde oturan insanların sükûneti, neşeliyken bile kendini ele veren melankolileri başka türlü açıklanamaz: yalnızlık ve arayış. Ama bu iki duygu bana bir gerçeğin gizini veriyor. İnsan unuttukça değil, hatırladıkça yalnızlaşıyor.
Büyük gecenin bu kent(t)e hiç gelmemesi, karanlığın unutmayı doğuracağını bildiğindendir diyorum kendi kendime, ıssız bir sokağı geçerken, karşıdan gelen, ses çıkarmaktan ve unutmaktan korkarcasına kendine dönmüş, yere bakan, olağanüstü güzel ve yalnız kadını gördüğümde. Vicdan insan unutmadığı sürece ayaktadır. Ve insan unutmadıkça vicdanını besler.
Stockholm: 'büyülü fener'.