Jacques Ranciere ve Alain Badiou ile birlikte hakkında bir ders vermeyi tasarladığım, Barthes, Foucault, Deleuze, Bourdieu, Derrida sonrası Fransız sosyal teorisinin en önemli isimlerinden Jean-Luc Nancy'nin bir röportajını okumuş ve acaba "insan yenildi mi" diye bir soruyu kafamda dolaştırır ve adının çağrıştırdığı yeni bir ilgiyle Derrida'nın "İnsanın Sonları" isimli makalesiyle uğraşır iken gelen yeni bir haber bütün "hiza-istikamet" çizgilerimi alt üst edip beni yeniden o yakıcı soruların kucağına attı.
Biz burada hayatın uçsuz bucaksız engininde manasız ve yarın kimseye bir şey ifade etmeyecek bir siyaset ve sıradanlık labirentinde kaybolmuşken dünyanın bir başka köşesinde önümüze yepyeni gerçeklik denizleri açması muhtemel bir keşif yapıldı ve ıssız bir gölün kıyısında yıllarca süren araştırmaların sonunda genç bir bilim kadını bazı bakterilerin arsenik yiyerek yaşadığını saptadı.
Hayatı meydana getiren elementlerle ilgili bilgimiz çözülmekle kalmadı, bu buluş belki de dünyayı ve gerçeği algılamamızın en önemli aracı olan bilimsel gerçeklik kavramını sorgulamamıza da yol açacak. Haydi yeniden Kuhn'un daha öğrencilik yıllarında yazdığı "Bilimsel Devrimlerin Yapısı" isimli kitaba gidip artık sokakta oynayan çocukların bile dillerine pelesenk ettiği "paradigma" türünden cafcaflı laflara sığınmayalım ama hiç değilse bu buluşun gerçeğin ötesinde daima bir başka gerçek olabileceği yolundaki görüşümüzü pekiştirmeye yettiğini de belirtmeyelim mi?
İşin sırrı zaten burada: bilim elimizdeki hiçbir gerçeğin sonsuzca doğru olmadığına inanmakla, bilimsel düşünüş her gerçekliğin yeni bir bulgu ortaya çıkana kadar dünyayı ancak sınırlı bir biçimde açıklamaya yeteceğini bilmekle ilgili bir şey. Yarın bir başka bulgu ortaya çıktığında bugünkü yapının, kuramın, asıl önemlisi onunla iç içe geçmiş metafizik/ideolojinin yerinde yeller esecek.
Böyle olmasına böyle de, beni asıl ilgilendiren, ötekisi, yani, şu son buluşla birlikte bir kere daha bilincimizde düğümlenen o soru: şimdi ne olacak, ya etrafımız, biz "yok" derken, mevcut, hiç tanımadığımız canlılarla çevriliyse?.. Ya "öteki hayat" tam da buysa?
Evrenle ilgili ilk kitabını okuyan insanı hemen çarpan şey tanımaya çalıştığımız dünyayı ifade ederken kullandığımız rakamların büyüklüğüdür.
Böyle bir evrende yaşamın sadece dünyada var olduğuna inanmak insanın kendisine inanışının bir ifadesidir. Hayat dediğimiz şey de sadece kendi yaşantılarımızla ilgili bir şeydir.
Öteki dünyalardaki hayat/lar, öteki dünyaların mevcudiyeti veya yokluğu sadece bize kendi gerçekliğimizi duyurmak içindir.
Bu, hayatı maddi bir temelde düşünmekle, onu metafizik bir planda biçimlendirmek arasındaki gerilimdir aynı zamanda. Hayatı maddi açıdan düşünmek bambaşka bir şey. İnsan emeğiyle ve maddi dünyayı dönüştürebildiği kadarıyla var.
Bu herkesin kendi küçük/bireysel hayatı için geçerli olan tek doğru. Hayatı bilincim ve ellerimle inşa ediyorum, bu binlerce yıldır böyle ve evren ancak benim insanlık olarak onu kavrayabildiğim ölçülerdedir. Ama bu bitmeyen bir serüvendir ve her geçen gün bu sınırlar büyümektedir.
Geriye daima meçhul bir şey kalacaktır. Buna rağmen yeni dünyaları da onun için arıyorum: bilincimin ve gerçekliğimin sınırlarını büyütmek!
Sıra, besbelli ki, artık bildiğimiz dünyanın sınırlarını "maddi" düzeyde aşmaya geldi. Bilgisayar çağı, elektronik devrimi nasıl bunu belirli bir düzeyde gerçekleştirdiyse, şu arsenik yiyen bakteriler de onu bir başka düzeyde gerçekleştirecek. Bir süre sonra önümüzde bugünkü dünyanın çemberini kırmış, kasnağını boşaltmış, yepyeni bir anlayışın insanlığı duracak.
Bize ne kadar metafizik sorgulamalar açsa da bunu insanlığın maddi bilinci sağladı. Sağlıyor.
Evrenin sonsuzluğu içinde bir zerreyiz ama her bir zerremizde evrenin sonsuzluğunu barındırdığımızı da biliyoruz. Onu dönüştürmek kendimizi dönüştürmekten başka bir şey değil.
Sadece bunu bilmek bile insanın yenilmediğinin ve ihtişamının bir kanıtıdır. Yani evrenin sonsuzluğunca insan mı, insanın sonsuzluğunca evren mi?
Düğüm bu ve benim cevabım belli...