Çarşamba günü yazdığım yazıya çok sayıda eleştiri geldi. Yazanlar genellikle Batılaşma ve Oryantalizm/Oksidentalizm üstünde duruyor. Aydınların bu çerçeve içinde oynadığı rolü, tuttuğu yeri tartışıyor. Ben de doğrusu epeydir bu konuya değinmek istiyordum. Çünkü Batılılaşmayla aydınlarımız arasındaki ilişki hakkında son zamanlarda zihnimde başka bir düşünce var.
Bizim Batılılaşma serüvenimiz malum. Tanzimat'a kadar geri giden bir tarih bu. Yenileşmenin ancak Batılılaşma ile olabileceğine karar veriliyor. Nedeni basit: devlet çökmektedir, çökerten Batıdır. Eğer Batı gibi olabilirsek onu kendi silahıyla vurabiliriz.
Her ne kadar sonraki dönemde Ziya Gökalp gibi düşünürler Batı'dan alınacakları ikiye ayırmış, teknoloji/uygarlık ithalini mümkün görmüş ama kültürün/harsın yerli olmasında ısrar etmişse de İmparatorluğun son döneminde davayı "külliyen Batı" yanlıları kazanmıştır. Cumhuriyet sonrasını ve Atatürk'ün eylemini yorumlayanların önemli bir bölümü onun da kuvvetli bir "yerlilik"/ulusallık arayışı içinde olduğunu çok yazmış, çok söylemişse de bu bir hayaldir. Atatürk dönemi, tam tersine, Dr. Abdullah Cevdet ve İçtihad dergisinin açtığı çizgide yürümüş ve kesin/mutlak bir Batıcılığı ideoloji haline getirmiştir.
Ama bu saklanmıştır. Batıcılığın bir ideoloji olduğu toplumdan gizlenmiştir. Topluma Batılılaşmanın bir araç olduğu söylenmiştir: Batı kadar güçlü olmanın bir aracı. Bu haliyle Batılılaşma güçlü olmanın bir aracı/yolu olarak tanımlanmıştır. Öncelikli sorunsal Batılılaşma değil güçlü olmak diye ifade edilmiştir. Hem de çok çarpık bir ilişkiyle: kendimiz olmak için Batılı olmak. Oysa Batılılaşma bunun ötesinde bir anlam taşır ve doğrudan doğruya modernleşmenin bir tür "kurucu ideolojisi" olarak tecelli eder. Öyleydi, Batılılaşma doğrudan doğruya bir ideolojiydi. Güçlülük gölgesi arkasına saklanarak doğrudan bir Batılılaşma sürecine girilmişti.
Bu halin çok önemli bir nedeni vardı: Batılılaşma, gerçi, aydınların oluşturduğu bir ideolojiydi, onlardan neşet ediyordu fakat, daha önemlisi, onların mevcudiyet sebebiydi. Batılılaşmanın ve onunla bütünleşmiş modernleşmenin olmadığı bir tarihsel düzlemde aydınlar neye dayanarak farklı bir statü kazanacak, kendilerini toplumdan ayrıştıracak ve oluşturacaktı?
Diyeceksiniz ki, böyle bir şey zorunlu muydu? Evet, onlar için, onlar bakımından ve o tarihte zorunluydu. Çünkü, aydınlar, o teknoloji ithali içinde pozitivizmle tanışmış ve ondan hem kendilerinin toplumda "farklı" olduğunu öğrenmiş hem de farklı olmanın icazetini almıştı. Bunu sağlamanın yolu o ideolojinin inşa edilmesiydi. Yapılan da o oldu. Eğer böyle olmasıydı, çok dikkat çekici bir biçimde, bütün o "halkçılık" gibi ideolojik unsurların gene aydınlar eliyle, modernler tarafından ihdas edilmesi de gerekmezdi. Oysa o da bizatihi Batıcılık gibi aydınların kendi hâkimiyetlerini, "üstünlüklerini", en azından farklılıklarını, topluma olmasa bile hiç değilse kendilerine anlatmanın bir yolu, bir aracıydı.
Şimdi başka bir yere geldik. Batılılaşma bir ideoloji olarak etkinliğini yitirdi. Ona bağlı olarak aydınlar da statü değişikliğine uğradı. Onlar da eski önem ve güçlerinden oldular. Aydınla toplum arasındaki tarihsel çelişkinin kaynağında bu gerçek yer alıyor. Aydınlar bu ideolojinin yanılsaması içinde kendi toplumlarına Batı'nın gözlüğüyle baktı, onu Oryantalist bir realiteye dönüştürdü ve oradan onu "kurtarmanın" yolu olarak hayali bir Batı'yı Ahmet Mithad Efendi'den başlayarak gözünde ve zihninde canlandırdı. Şimdi Batıcılık üstünden siyaset oluşturulmak istenmesinin nedeni odur: belirli bir aydın grubunun kendisine anlam, güç ve varoluş nedeni/gerekçesi kazandırma çabası.
Kaçan kuşa ökse kurmak diyelim.