Berlin Duvarı 1959'da yapıldı. 30 yıl sonra yıkıldı. Aradan geçen sürede dünya Soğuk Savaşı yaşadı. Berlin Duvarı'nın paldır küldür ortadan kalkması SS savaşının tarafları olan iki bloktan birisinin, kapitalist bloğun, sosyalist blok karşısında zaferi kabul edildi. Ortada görünenlere bakılırsa öyleydi.
Şimdi sokaklarını arşınladığım Londra bu 'zaferin' kalelerinden birisi kabul ediliyordu. Muhafazakâr Parti'nin genel başkanı olan Thatcher 1979'da iş başına gelmişti. Onu 1980'de ABD'deki muhafazakâr hareketin çıkışı ve Reagan izleyecekti. Bu ikili, aralarına bizim Turgut Özal'ı ve Alman Şansölyesi Helmut Kohl'ü de alarak bir cephe oluşturdu.
Cephenin özünü sermaye meydana getiriyordu. Soğuk Savaş'ın bizde de iç savaşa dönüştüğü o en karanlık dönem olan 1970'lerde büsbütün sıkışmış olan ve yeni bir hamle yapmak için yayını geren kapitalizm nihayet 1980'lerin başında zembereğinden boşandı. Elektronik devrim modernitenin temel taşı olan zaman-mekân ilişkisini bir kere daha kırmış, yeniden kurmuştu. Bugün cebimizdeki oyuncak diye gördüğümüz telefonlar, elimiz kolumuz haline gelmiş bilgisayarlar bu dönemde devreye girdi, işledi, işletildi.
Cephenin özü her defasında olduğu gibi teknoloji-sermaye idi ama bu ilişkinin ürettiği bir de ideoloji vardı. Şimdi kimsenin hatırlamadığı o ideoloji 1980'lerde Türkiye'de de çın çın çınlıyordu duvarlara çarparak ve Özal her ağzını açtığında "ideolojiler öldü" diyordu. İdeolojilerin öldüğünü söyleyen bu yaklaşım bal gibi bir ideolojiydi. İdeolojisiz kurulacağı söylenen yeni dünya bu ideolojik endoktrinasyonla inşa ediliyordu.
Şimdi Londra'da bir yerden bir yere giderken, sabahları gazeteleri okurken ve bazı gazetecilerle görüşürken bir şeyin, ben fark etmemişken gerilmiş bir ağaç dalının geri gelip suratımda patlaması gibi içimde yankılandığını görüyorum. İdeolojilerin bittiğini söyleyen o ideolojinin 30. yılını geride bıraktık ve bütün çalkantılara, şu günlerde, küçücük bir metin olmasına rağmen harıl harıl okuduğum Alain Badiou'nun Komünizm İçin Manifesto türünden kitapların tüm inandırıcı tezlerine rağmen o cephe doludizgin genişliyor. Yayıldıkça yayılıyor. Dünyanın her köşesini, bucağını ele geçiriyor.
Herhalde artık hiç kimse hatırlamaz. 1980'lerde patlayan sermayenin hayatımıza yerleştirdiği borsa meselesini anlatan o hiç sevmediğim Michael Douglas'ın oynadığı Wall Street diye bir film vardı. O bir çığır açmıştı ve ardından başkaları gelmişti.
Onların bazıları borsada bir gecede milyonlarca pound kazanan genç insanların Londra'nın eski doklarını nasıl satın aldığını, nasıl dünyanın en namlı mimarlarının eski yapıları teker teker bu genç insanlar otursun diye "konut"a çevirdiğini anlatıyordu. Onların bazıları sonradan el değiştirdi. Maliklerin bazıları haydan gelen huya gider, hesabı borsada battı. Bazıları mallarını başka nedenlerle elden çıkardı. Ama zihniyet devam etti. Ediyor. Hâlâ Londra dünyanın sermaye başkentlerinden birisi, hâlâ Londra'da mahalleler "yeni yerleşim alanları"na açılıyor. Bloomsbury gibi bir efsane mahalle de tıpkı Liverpool istasyonu civarındaki mahalle gibi her birisi ayrı telden çalan yeni yapılarla yükleniyor.
İdeolojiler bitti diyen ideoloji hız kesmiyor ama bir şey gözüme çarpıyor. 1980'lerin çıkışı post modern ideolojiyi ve ona bağlı bir mimarlık stilini doğurmuştu. İstedikleri kadar zorlasınlar bugün, 30 yıl sonra, ona benzer bir akım, hareket, üslup yok. Bunu neye bağlayacağız? Mevcut yapının donup katılaştığına mı, kendisini daha fazla üretmediğine mi?
Londra'da biraz daha kalacaksam bu sorunun cevabını aradığım içindir.