Mademki gündem aynı minval üzere devam ediyor, mesele 'sivil darbe' üstünde odaklanıyor ve gerçek darbelerin üstüne gitmek yavaş yavaş ve sistemli bir yaklaşımla suç derekesine indiriliyor, o takdirde ben de daha önce değindiğim Yeni Bonapartçılık/ darbecilik üstüne görüşlerimi yazmaya devam edeyim.
Türkiye'de İttihatçılıktan bugüne kadar devam eden siyasal modernleşmenin özünde askerler/ ordu bulunduğu için, gerek İttihat ve Terakki, gerekse CHP yarı militer, aşırı merkeziyetçi, vesayetçi birer parti olarak kuruldukları, modernleşme metodu olarak da aydın öncülüğü, devlet ve bürokrasi seçkinleriyle onların üstünde odaklanmış, kurtarıcılık düşüncesine dayandıkları için Türkiye'de toplumsal dönüşmenin anahtarı bugün bile bazı çevrelerde aynen bu çerçeve içinde telakki edilir.
Söz konusu modeller belirgin başarıları sağlamış, kazançları elde etmiştir ama modelin eksik yönü siyaset ve halktır. Ne halka güvenilir ne de siyaset söz konusu edilir.
Varsa yoksa Leninci parti modeli ve onun geliştirdiği demokratik merkeziyetçilik kavramı öne sürülür.
Siyaset dünya kurulduğu, iktidar ilişkileri başladığı günden beri mevcuttur. Önemli olan modern siyasettir. Yani, temsil ve talep ikilisinin devreye girmesi. İnsanların taleplerini kendilerini temsil edenler aracılığıyla (bazen de doğrudan kendileri) parlamentoya aktarır. Bu durumda müzakere, tartışma ve koalisyon kavramları devreye girerek söz konusu talebi kabul veya reddeder.
Türk siyasal modernleşmesi bu süreci atlayarak sadece merkezde alınan kararla ve sadece toplumdaki farklı aktörlerle bazı koalisyonlar kurmak suretiyle meseleleri çözeceğine inandı. Bunu sağlayamadığı noktada da askeri müdahaleyi devreye soktu.
Askeri müdahalelerin temel dürtüsü siyasete inanmamasıdır. Öyle, 'tıkanan siyasetin önünü açmıştır askeri müdahaleler' türünden iddiaların da hiçbir geçerliliği yoktur. Bütün askeri müdahaleler işleyen siyasetin önünü tıkamıştır, sistemi kilitlemiştir.
Şimdi devam eden 'sivil darbe' söylemini tam bu noktada tehlikeli buluyorum.
Öncelikle, bu hamleyle siyasetin kendisi darbe olarak telakki ve zikrediliyor. Bu yapılabilecek en vahim hatadır. Bu anlayış özünde askerle ittifaka dayanır. Tıkanan siyaseti askerin çözeceğine ve daha da beteri askerin demokratikleştirici bir eleman olduğuna inanır. Bu çağrı siyasete değil askere inanmanın bir uzantısıdır. Siyasetin en önemli varoluş unsuru sayılan muhalefet ve süreç kavramları bu kişiler tarafından önemsenmez. Sistem demokratik bir mekanizma içinde kendi kendisini sürdürüyor ama onların istemediği şekilde işliyorsa 'sivil darbe' oluyor derler ve askere davetiye çıkarırılar.
Bu kavram kelime kelime aynen 27 Mayıs öncesinde kullanılmıştır. Gerek o darbenin yılmaz savunucuları gerekse 9 Mart darbe girişiminde yer alanlar görüşlerine tek hukuksal dayanak olarak da 'manevi cebir' kavramını seçerler. Oysa sivil darbe Hitler dönemi öncesinde olduğu gibi ve bizde de 2007 seçimleri öncesinde görüldüğü şekilde sadece yargı yoluyla yapılırsa anlamlı olan bir kavramdır.
Halbuki Türkiye'de sivil darbe tartışması ansızın ve tam da ordu-asker ilişkisinin belirli bir noktaya doğru ilerlemesinden sonra çıktı. Bu bir. İkincisi, bu kesim sürekli olarak 'ordu yıpratılıyor' iddiasını öne sürüyor. Peki, bunların şu yukarıda belirttiğim anlayışla bağı yoktur denebilir mi? Dolayısıyla bu iddianın 'bu şekilde' serdedilmesi vahim olmaktan öte tehlikeli değil midir?
Öte yandan, "Bir iktidar diktatoryaya kaymaz mı" sorusu ise sorulmayacak kadar abestir. Kayar. Ne zaman, nasıl sorularını çarşambaya ele alayım.