Kürt meselesi denilen tartışma konusunun son otuz yılda geçirdiği dönemler ve bugün geldiği yer birlikte düşünüldüğünde insanın "niye" diye sormaması olanaksız. Ne olurdu bundan şu kadar yıl önce bugünkü anlayış kapasitesine sahip olsaydık demek de zaman dışı, manasız bir soru değil. Çünkü Kürt meselesini otuz yıldır inkâr eden, yok sayanlar toplumun büyük çoğunluğunu oluşturmadı.
Kendisini toplumdan koparan, ayıran, dışlayan, buna rağmen toplumu kontrol etmek, yönlendirmek iddiasında olanlardır.
Bunların kim olduğunu teker teker saymak anlamsız ve gereksiz ama genel olarak "devlet" diye nitelendirmek yanlış değil. Gerçekten de devlet dediğimiz o soyut ama çok güçlü varlık özünü meydana getiren birkaç unsur nedeniyle sadece Kürt meselesini değil mesela siyaseti, toplumun kendi kaderini tayin imkânını, muhalefet etme hakkını, kısacası ve en genel ifadesiyle demokrasiyi de yok saydı.
Şimdi "uyum" gibi kavramlardan hareket ediyoruz ve sorun acaba bir uzlaşmanın sağlanıp sağlanamayacağı. Uyum da uzlaşma da hoş kavramlar fakat temel problem bu noktaya erişip erişemeyeceğimiz. Bizi o sonuca varmaktan alıkoyacak engelin adı ise şiddet, devlet şiddeti.
Meşruiyet gene meşruiyet
Eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yaptığı açıklamada "devlet adam öldürmez" dedi. Oysa devlet adam öldürür. Weber'in artık çocukların bile bildiği "meşru şiddet kullanma hakkını elinde tutan güç devlettir" tanımı gereğince devlet adam öldürür. Bunun en meşru yolu idamdır. Demirel, "devlet yargısız, gayrimeşru yoldan adam öldürmez" demek istiyor.
Bir genel kural olarak doğrudur. Zaten yargı ve hukuk da bu nedenle elzemdir. Yargının kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince kendi içinde özerk olmasının altında gene devlet şiddetinin sınırlandırılması yer alır. Ama bu bir şeyi değiştirmez. Beden dediğimiz varlığın sahibi de devlettir. Bedene müdahale hakkı devletindir. İntihara teşebbüs bile bu nedenle suçtur: devletin koruması altındaki bedene kişinin kendi iradesiyle zarar vermesi. Ötanaziye devlet aynı nedenle karşı çıkar. Ahlakın aynı sebeple koruyucusudur. (Yaz günü sıkıcı ama gene de belirtmeden geçemedim, bu konuda Ruwen Ogien'in yazdığı ve benim de yaz günlerinde okuduğum La vie, la mort, l'etat isimli kitap da pornografi üstüne düşünceleri de son derece ufuk açıcı şeyler.)
Devletin yanlış aklı
Oysa biliyoruz ki, devlet, modernitenin, dolayısıyla da hukukun yeterince gelişmediği ülkelerde gayrimeşru yollardan da adam öldürür. Devlet aklı veya hikmeti hükümet dediğimiz raison d'etat yani devletin sual olunamayan hikmeti ve nihayet onun devamlılığı yani bekası gayrimeşru adam öldürmesine yol açıyor. Nedeni basit; bazıları kendilerini devletin yerine koyuyor, devletin kendilerinden sorulacağına inanıyor. Giderek belli dönemlerde ve zeminlerde bu tutum bir devlet politikası haline de geliyor. İsrail, Münih Olimpiyatları'nı basan El Fetih komandolarını bu yoldan öldürdü. Türkiye Asala örgütünü bu yoldan çökertti. Bunları savaş mantığıyla açıkladı ve meşruiyetini gene savaş kavramının sınırları içinde aradı.
Ama Türkiye içeride de son otuz yılda birçok insanı öldürdü. Bunu gene devletin kendi kayıtları söylüyor. 1992-93'ten başlayarak faili meçhul cinayetler bir devlet politikası halini aldı. Devlet PKK'ya karşı dozu giderek artan bir şiddeti kullanmayı benimsedi. Yetmedi, sivil halka da aynı şiddetle saldırdı. Yani, Demirel'in söylediğinin tam tersine devlet adam öldürdü.
İşte bugün gelinen nokta bu nedenle önemli. Şimdi uzlaşma ve çözümden söz ediliyor. Yani gayrimeşru şiddet kullanımını ve adam öldürmeyi dışlayan bir politikaya geçildiği duyuruluyor. Ama neyin üstünde uzlaşacağız, Kürt sorununun yumuşak karnı nedir ve şu şiddet mantığıyla politikayı nasıl bağdaştıracağız gibi yakıcı sorular duruyor karşımızda.
Onları cuma günü irdelemeye devam edeceğim.