Demokratik açılım sürecinde, DTP'nin, hassasiyetlere saygı göstermek gibi bir derdi olmadığı anlaşıldı. Diyarbakır'daki "Barış mitinginde" Ahmet Türk'ün, PKK'dan, "özgürlük hareketi" olarak söz etmesi, PKK'lıların "özgürlük için canını verdiğini" söylemesi, İstanbul mitinginde de, DTP milletvekili Sebahat Tuncel'in, sorunun çözümünde ısrarla "Sayın Öcalan'ı" muhatap göstermesi, bu kanaate varmamıza yol açıyor.
"Sayın Öcalan barış istiyormuş!" Acaba böyle bir noktaya gelmesinde uluslararası konjonktürün ve kendi gerçeğinin rolü yok mu? ABD, Irak'tan ayrılıyor; Barzani ve Talabani, ülkelerinde, Türkiye ile aralarını bozacak bir terör örgütünün varlığını sürdürmesini arzu etmiyor. Zaten Öcalan hapiste; yönetici kadro yaşlı ve yorgun. Kısacası, büyük ölçüde şartlar barışa zorluyor.
Öcalan ile dolaylı olarak temas kurulabilir; zaten, hem askerler, hem de siviller, çeşitli dönemlerde bunu yapmış. Ama miting meydanlarında Öcalan ve PKK'yı bayraklaştırmak geri teper. Binlerce cana kıyan Öcalan'ı, Türk milleti "barış havarisi" gibi göremez.
Tam da bu noktada Yunus'un dizeleri akla geliyor. Herkese, boğazın dokuz boğum olduğunu hatırlatarak: "Sözü bilen kişinin / Yüzünü ak ede bir söz / Sözü pişirip yiyenin / İşini sağ ede bir söz / Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu (zehirli) aşı / Yağ ile bal ede bir söz."
Herkes, dayatma değil, diyalog peşinde koşarsa, müşterek bir zemine ulaşmak kolaylaşacaktır.