Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

İslâm siyasal tasavvuru çoğulculuk ve demokrasiyle bağdaşamaz mı?

İkinci Meşrutiyet Dönemi entelektüel tartışmasının temel aktörlerinden birisi olan İslâmcılık Cumhuriyet sonrasında büyük bir erozyona uğramıştır.
Yeni rejimin düzenlemeleri ve yarattığı algı neticesinde İslâmcılık entelektüel alandan kovularak, çağdışı ve anlamsız bir tartışma düzeyine indirgenmiştir. Genel entelektüel alan dışında kalan İslâmcı tartışma ciddî biçimde kan kaybederek "İslâmcılar arası" bir faaliyete dönüşmüş, özgünlüğünü kaybederek lâikliğe karşıtlık üzerine yoğunlaşmış ve kendini yeniden üretememiştir. Bunun sonucunda İslâmcı tartışma uzun süre eski düzenden müdevver entelektüeller liderliğinde sürdürülmüş, onun kendisini yeniden üretememesinden kaynaklanan boşluk ise dünyada yükselmeye başlayan siyasal İslâm düşüncesinden aktarmalarla kapatılmaya çalışılmıştır. Toplumun seküler kesimlerinde "İslâmcılığın entelektüel tartışmanın parçası olmadığı" yolundaki algı hâlen yaygın kabul gördüğü için toplumun geneli bu gelişmenin maliyetinin ne denli yüksek olduğunu kavrayamamaktadır.

Hakim-mahkûm ilişkisi
İstisnâlar dışında özgün yaklaşımlar üret(e)meyen İslâmcı düşüncenin, ağırlıklı biçimde, çoğulculuk, liberal vatandaşlık ve demokrasi ile çatışan, bunların "karşı tezi" niteliğindeki bir kavramsallaştırmayı hakikî ve tartışılmaz "İslâm" olarak sunması zikrettiğimiz maliyeti artırmaktadır.
Bu yaklaşım, "Medine Vesikası"nın dahi farklı inançlara sahip topluluklarla ilişkilerin düzenlenmesine esas alınamayacağını belirterek, İslâmiyetin "hakim-mahkûm" ilişkisini zorunlu kıldığını ileri sürmektedir.
Onun yarattığı kavramsallaştırma, Müslümanların "vatandaşlık" kavramı etrafında farklı inanç sahipleriyle ortak hareket etmesini reddetmekte, çoğulculuk temelli demokrasinin ise İslâmiyet ile bağdaşmasını mümkün olmadığını savunmaktadır.
Söz konusu yaklaşım, İslâmcı düşüncenin entelektüel alan dışına itilmesi sonrasında karşı karşıya kaldığımız maliyetin ne denli büyük olduğunu göstermektedir. Onun ideal toplumu, on dokuzuncu asırda Müslümanların, inançlarının üstünlüğü düşüncesinden vazgeçmemekle (buna sahip olmayan herhangi bir inanç yoktur) beraber diğer inanç sahipleriyle "vatandaşlık" kavramına dayalı bir "beraberlik"i gerçekleştirebileceklerini savunmuş olan Osmanlı tasavvurunun fazlasıyla gerisindedir.

Osmanlı Müslümanlığı

Osmanlı İslâmcılığının en radikal yaklaşımının sözcüsü olarak gösterilen Volkan dergisinin bir asır önce böylesi bir beraberliğin "Müslümanlığa aykırı olmadığı," gayrımüslimlerin "sadrâzam olmasında" dahi sakınca bulunmadığını savunduğunu gözönüne alırsak, günümüzde İslâm toplumsal düzeninin katı bir "hakim-mahkûm" ilişkisi zemininde şekillenmesinin zorunlu olduğunu savunan yaklaşımın nerede durduğunu daha iyi değerlendirebiliriz. Bu konumu değerlendirmek için verilecek diğer bir ilginç misâl, hilâfet merkezi ile anlaşarak on binlerce Müslümanın hayatına malolan çatışmayı sona erdirmek için Yemen'deki Yahudileri, günümüzde bâzı İslâmcıların farklı inanç sahipleriyle ilişkileri düzenleme alanında yetersiz olduğunu düşündükleri Medine Vesikası çerçevesinde yönetme şartını ileri süren Zeydî İmam Yahya Hamideddin'in bu talebinin nasıl değerlendirildiğidir.
Osmanlı merkezi, uzun süredir inşa etmeye çalıştığı eşitlikçi-çoğulcu (yasalardaki hükümlerin hayata geçirilememesi ve eşitlik ve çoğulculuğun uygulamada gerçekleştirilememiş olması farklı bir sorundur) ve "vatandaşlık" temelli siyasal toplumun İslâmî ilkeler ile çatışmadığını düşündüğü için İmam Yahya'nın talebini hayretle karşılamış ve bu konuda taviz vermemek için direnmişti.
En sonunda, daha fazla kan dökülmesine engel olma amacıyla bu şart kabul edildiğinde, onun açıklanmaması ve anlaşmanın "gizli" bir maddesi olarak kalması kararlaştırılmıştı.
19. yüzyılda "Meşveret" kavramının liberal yorumlarını yaparak anayasacılık ve katılımcı yönetimin önde gelen savunucusu olmuş olan İslâmcılığın bir kolunun günümüzde "Müslüman olmayanlar bu toplumda yaşamak istiyorlarsa mahkûm statüsünü kabullensinler," "onlarla herhangi bir zeminde ortak hareket edilemez," "demokrasi bize uymaz, o bizim hiyerarşik tasavvurumuzu gerçekleştirmek için kullandığımız araçtan başka birşey değildir," "çoğulculuk, bizden olmayanlar bizimle vatandaşlık benzeri zeminlerde eşit olamayacakları için uygulanamaz" benzeri tezleri sahiplenmesi ilginçtir.
Bu tezlerin "farklı inanç sahipleri belirli renklerde elbise giymesin, Müslümanlar yaya olarak yürürken taşıt araçlarında seyahat etmesin" demekten farkı yoktur.
Hakim-mahkûm ilişkisinin ortadan kalkacağı, hiyerarşik olmayan bir "siyasal toplum" tasavvuru yaratamayan İslâmcı yaklaşımı daha da sorunlu kılan "farklı inanç" kavramına getirdiği yeni yorumdur.
Günümüz toplumunda "ehl-i kitap" temsili fazlasıyla sembolik bir düzeyde gerçekleştiği için söz konusu yaklaşım kendi tanımına uymayanları, "gerçek"
Müslümanların ancak "mahkûmiyet"i benimsemeleri halinde "tahammül edecekleri" bir kategori olarak sınıflandırmaktadır.
Bu kategori geleneksel "zımmî" sınıflamasına göre çok daha muğlâk ama kapsamlıdır ve toplumun önemli bir kısmıyla "mahkûmiyet" temelinde kurulacak hiyerarşik bir ilişkiyi savunmaktadır.
Bunun neticesinde söz konusu yorum yeni bir hiyerarşi ve "hakim-mahkûm" ilişkisi yaratmakta, "İslâm"ın bunun dışında bir toplum tasavvurunun olamayacağını ileri sürmektedir. Böylesi bir yorumun toplumun belirli kesimlerinde revaç bulabilmesi büyük çapta İslâmcılığın entelektüel gelişiminin Cumhuriyet'in açtığı parantez nedeniyle sekteye uğramasından kaynaklanmaktadır.
Halbuki günümüzde "İslâm"'ın çoğulculuk, demokrasi ve liberal vatandaşlık temelinde gerçekleşecek "eşitlikçi siyasal toplum" ile uyumlu olduğu, modernliğin insanlığın önüne koyduğu sorunlara cevap verebileceğini savunan yaklaşımlar İslâmcı tartışmada ağırlık kazanmış durumdadır. Andrew F. March'ın Islam and Liberal Citizenship (2009) çalışmasının ortaya koyduğu gibi bu yaklaşımlarla John Rawls'un tanımladığı anlamda "liberal vatandaşlık" arasında ciddî paralellikler kurabilmek mümkündür. Bunun yanı sıra modernlik ve sömürgeciliğin "tarihî şeriat"a tamiri mümkün olmayan darbeler vurduğunu savunarak "kurumları ve hermonetiği geri dönmesi mümkün olmayacak biçimde tahrip edilen" bu yapının sadece "ahlâkî" anlamda (güçlü) direnç gösterebildiğini ileri süren Wael Hallaq benzeri düşünürler dahi bu "ahlâkî" sermayenin "liberal düzen"in açıklarını kapatacak bir toplum tasavvuru yaratılmasında kullanılabileceğini savunmaktadırlar.
Bu açıdan bakıldığında, Medine Vesikası'nı dahi fazla liberal bulan yorumun "İslâm"ın "ideal" toplumsal düzeni olarak sunulması anlamlı değildir. Bunun eleştirisinin de en başta bu alanda özgün tezler ortaya koyabilecek İslâmcı entelektüleller tarafından yapılması gerekmektedir.

"İslâm"ın çoğulculuk, demokrasi ve liberal vatandaşlık anlayışıyla bağdaşamayacağını savunan yaklaşımın revaç bulması, entelektüel alandaki boşluğun derinliğini ortaya koymaktadır

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA