Değerli felsefeci ve şair Hilmi Yavuz önemli bir köşe yazısı ("Vesayet ve Despotizm," Zaman, 9 Şubat 2014) kaleme alarak, hayatî ehemmiyeti haiz iki soruya cevap vermeye çalıştı: "Doğu toplumları, gerçek anlamda 'demokratik' toplumlar olabilirler mi? Gerçek anlamda Doğulu bir demokratik toplum var mıdır, ya da geçmişte olmuş mudur?"
Yavuz, Karl Wittfogel'in "Doğu Despotizmi" kavramsallaştırmasına dayandırdığı cevabında, "çoğunlukçuluğu çoğulculuğa" dönüştürecek bir siyasî partinin iktidara gelmesinin "Türkiye koşullarında" mümkün olmadığını belirtmekte ve bu nedenle de toplumumuzun "dâimâ vesayetçi rejimlerle idare" edileceği öngörüsünde bulunmaktadır.
Hidrolik toplum
Yavuz, Wittfogel'in tezlerinin "modası geçmiş" göründüğünü ifade ederek konuya ihtiyatla yaklaşılmasını tavsiye etmektedir. Bu gerçekten de dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Önemli bir Sinolog olan Wittfogel otuz yıllık bir çalışma sonrasında yayınladığı Doğu Despotizmi (1957) eserinde, büyük bir coğrafî alanın tarihî gelişimi ve çevre koşullarını değerlendirerek, Marx'ın "Asya tipi üretim tarzı" ve Weber'in "bürokratik devlet" kavramsallaştırmalarının ilginç bir sentezini yapmıştı.
Marx "Asya'da çok eski zamanlardan beri hükûmetlerin üç temel kurumunun" varolduğunu ileri sürmüştü: "ülkenin içini yağmalamak için maliye," "dışarısını yağmalamak için harbiye" ve "bayındırlık." Böylesi bir yapılanmayı doğuran ise iklim koşulları ve toprak düzeniydi. Batı toplumlarıyla kıyaslandığında toprak düzenindeki farklılık ve büyük ölçekli sulama kanalları açarak onları koruma zorunluluğu, güçlü merkezî hükûmetin varlığını gerekli kılıyor, bu da "Doğu Despotizmi"nin zeminini hazırlıyordu.
Bunu Weber'in bürokrasinin evrimi üzerine geliştirdiği tezlerle sentez eden Wittfogel, toplumları "hidrolik ve hidrolik olmayanlar" şeklinde sınıflayarak Çin, Mısır, Hindistan ve Rusya benzeri yapıları "despotik" karakterli birinci kategoriye sokuyordu. Bu toplumlardaki "hidrolikbürokratik despotizm," kişiselleştirilmesi ya da ideolojik-kültürel eğilimlere indirgenmesi mümkün olmayan, yapısal bir karakter taşımakta, bu nedenle de süregelmekteydi.
Uzun süre komünist hareket içinde yer aldıktan sonra anti-komünist bir çizgi benimseyen Wittfogel buradan hareketle, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti'ndeki totaliter yapılanmaların da "hidrolik toplum" geleneğinden kaynaklandığını savunuyordu.
Wittfogel'in Oryantalist tonlar da taşıyan "hidrolik bürokratik Doğu Despotizmi" kavramsallaştırması süreç içinde önemli eleştirilere maruz kalmıştır. Örneğin, "despotizm" kavramının açık bir tanımı yapmayan Wittfogel'in, "Batı despotizminin" nasıl oluştuğu sorusunu cevapsız bırakması tenkitlere neden olmuştur. (Wittfogel, "Hint Makyavelizminin" çarpıcı örneği olarak sunduğu Arthashastra'da ileri sürülen tezleri derinliğine tahlil ederken, Machiavelli'nin Avrupa toplumları üzerindeki etkisine hiç değinmemiştir).
Wittfogel bunun da ötesinde bizzat kendi kuramını zorlayarak Rusya gibi "hidrolik" olmayan bir toplumu "Doğu Despotizmi" sınıflamasına sokmuş, "Doğu despotizminin ihraç edilebileceği" teziyle on üçüncü yüzyıldaki Moğol istilâsının Rusya'nın bu kategoriye girmesine neden olduğunu iddia etmiştir.
"Doğu Despotizmi" genellemesinin üzerine inşa edildiği tarihî malzeme de ciddî biçimde sorgulanmıştır. Örneğin, Wu Ta-Kun Çin'de "despotik" olarak nitelendirilebilecek yönetim tarzının hidrolik tarıma geçilmesi öncesinde şekillendiğini ortaya koymuştur. Benzer şekilde uzmanlar eski çağların önemli su kanalları sistemlerinden birisine sahip olmuş olan Sri Lanka'da ciddî bir bürokrasi oluşmamış olduğu üzerinde hemfikirdirler.
Gelenek ve günümüz
Robert Hunt 1988'de yayınladığı analitik çalışmada sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kapsama alanları 700 ilâ 30,000 hektar arasında değişen on beş sulama sistemini ele almış ve "ölçek ile otorite şekli" arasında anlamlı bir ilişki olmadığı sonucuna varmıştı. Bu açıdan yaklaşıldığında hidrolik tarım ile bürokrasi şekillenmesi arasında sebeb-sonuç ilişkisi tesisi kolay değildir.
Ancak Wittfogel'in coğrafî determinist ve tarihçi (historicist) genelleştirmelerinin sorunları, Hilmi Yavuz'un önümüze koyduğu soruların önemini azaltmamaktadır. "Doğu Despotizmi" olarak nitelemesek de ayrıcalıklı bürokratik sınıfların kontrolünde, baskıcı, yasakçı, birey ile devlet arasındaki tabaka ve kurumların güç kazanamadığı bir geleneğin mirâsçısı olduğumuz ortadadır.
Burada cevaplamamız gereken, oluşum nedenlerinden bağımsız olarak bu "gelenek"in günümüz toplumunun şekillenmesinde ne denli etkili olduğu sorusudur. Bu tür geleneklere sahip toplumların hiçbir zaman çoğulcu liberal demokrasilere dönüşemeyecekleri tezini kabul etmemiz "otoriterlik," "vesayet," "çoğunlukçuluk" üçgeninin dışına çıkamayacağımızı varsaymamız anlamına gelmektedir.
Kendimiz merkezli bakmasak?
Hilmi Yavuz'un yakın tarihimizden verdiği örnekler, 1908-1912 ve bir ölçüde 1920- 23 parantezleri dışında, böylesi bir üçgenin bir köşesinden diğerine savrulduğumuzu ortaya koymaktadır. Ancak bunun "geleneğimizin" sırtımıza yüklediği aşılamaz bir kader olarak görülmemesi gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan değişik "demokrasi dalgaları" çok sayıda toplumun çoğulculuk yolunda önemli adımlar atmasına neden olmuştur.
Örneğin, Wittfogel'in "Doğu Despotizmi"ne örnek gösterdiği toplumlardan birisi olan Hindistan, bu süreçte "demokrasi" liginin üst sıralarında bir yer tutmayı başarmıştır. Ünlü siyaset bilimci Arend Lijphart, demokrasiler üzerine en kapsamlı değerlendirmelerden birisi olarak görülen Democracies (1984) kitabında Hindistan'ın çoğulcu yapılara dahil edilemeyeceğini savunurken, on beş yıl sonra Patterns of Democracy (1999, son baskı 2012) eserinde bu toplumu dünyadaki örnek demokrasilerden birisi olarak ele almayı uygun görmüştür.
Türkiye'de de bu dönemde sivil toplum büyük bir gelişme göstermiş ve demokratikleşme alanında önemli adımlar atılmıştır. Bunların çoğulcu demokrasi ligine yükselmek için yeterli olmadığı, bunun gerçekleşmesi için alınması gereken oldukça uzun bir yol bulunduğu ortadadır.
Bunun demokratlar ve sivil toplum örgütlenmeleri için ne denli hayâl kırıcı olduğu ortadadır. Buna karşılık, büyük resme bakar ve tarihçi, determinist büyük kuramlar yerine hızla globalleşen post-modern dünyanın gelişmelerine odaklanırsak, "Mirâs edindiği gelenek, Türkiye'nin Hindistan'ın gerçekleştirdiği bir dönüşümü hiçbir zaman başaramamasına neden olabilir mi?" sorusuna "Hayır" cevabını vermemek için ortada anlamlı bir neden olmadığını söyleyebiliriz.