Türkiye' nin yoğunluğu hiç azalmayan siyasî gündemi ile buna odaklı entelektüel tartışması önemli gelişmelerin gözardı edilmesine neden olabilmektedir. İki yüz yılı aşkın bir süredir toplumumuzun temel tartışma maddelerinden birisi olan "garplılaşmanın neresinde" olduğumuz sorununun önemini yitirmesi şüphesiz bu alandaki ilginç örneklerden birisini oluşturmaktadır.
Batılılaşmayı iki yüz yıllık toplumsal değişimin temel motor gücü olarak sunan Niyazi Berkes'ten gerçek anlamda "garplılaşamayışımızın sebebi"nin "insan unsurunun ihmal edilmesi" olduğunu savunan Mümtaz Turhan'a ulaşan bir yelpazedeki entelektüellerin tartışmaları, dergilerin konu üzerine anketleri neredeyse unutulma duvarının arkasında kalmış gibidir.
Buna karşılık yaşam tarzı üzerinden "batılılaşarak" statü grubu olma iddiasını ortaya koyan "seçkinler" hâlâ bu sürecin sürdüğünü düşünmektedirler.
İlginç olan "muasır medeniyet seviyesine erişme" benzeri günümüzde anlamını bütünüyle yitirmiş kavramsallaştırmaların sadece anılan statü grupları tarafından değil Türk muhafazakârlığı tarafından da hâlâ önemli bir hedef olarak görülmesidir.
Garplılaşma "dâva"sı
Berkes'in modern Türkiye'nin yaratıcısı olduğunu düşündüğü, Turhan'ın ise iki yüz elli yıllık bir "dâva" olarak yaklaştığı "batılılaşma" gerçekten de toplumuzun geçirdiği dönüşümde önemli rol oynamıştır. Osmanlı toplumu bir asırlık bir zaman diliminde modernliği batılılık ile eşanlamlı hale getirerek bir toplumsal dönüşüm yaratmak istemiş ve yirminci yüzyıl başında alla Turca ile alla Franca arasındaki gri alanın fazlasıyla genişlediği, kapsamlı bağdaştırmaların kategorik tanımlamaları zorlaştırdığı bir modernlik yaratmaya muvaffak olmuştur.
Bu modernliğin gerçekte "modern" olmadığını düşünen Erken Cumhuriyet onu tekil bir Batı modernliğini ile ikame etmeyi, söz konusu gri alanı da dönüştürmeyi temel hedefi haline getirmiş, bu şekilde "asrîlik"i yeniden tanımlayarak farklı bir "garplılaşma dâvası"nın savunucusu olmuştur. Bu çerçevede "muasır medeniyet" tekil Batı modernliğine atıfta bulunmuş, ona erişmenin de ancak farklı modernliklere cevaz veren son dönem Osmanlı modernliğinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceği düşünülmüştür.
Kökleri İkinci Meşrutiyet Garbçılığı'na giden bu yaklaşım din, gelenek ve yereli de "çağdaş olmayan" sınıflamasına sokmuş, bunun düşünsel arka planını da "medeniyetin motor gücünün asır sonu bilimciliği ve materyalizmi olduğu" teziyle inşa etmiştir.
Bu anlamda Erken Cumhuriyet, Osmanlı garblılaşmasından kopuk bir ikinci batılılaşma hareketi başlatmış ve bunun modernlik ve çağdaşlıkla aynı anlama geldiğini savunmuştur.
Osmanlı modernliğinin gri alanlarını yok eden bu batılılaşma, çatışmacı karakteri fazlasıyla törpülenmiş bir hareke- te yeniden böylesi bir nitelik kazandırmıştır.
Dolayısıyla toplumsal dönüşümün temel dinamiği olduğu varsayılan batılılaşma önemli bir çatışma ekseni oluşturmuştur.
Siyaset bilimine egemen olan ve Türk akademisyenler tarafından fazlasıyla açıklayıcı olduğu düşünülen "moderleşme kuramı" da bunun "bilimsel" açıklaması olarak kullanılmıştır. Bu nedenle "garblılaşmanın neresinde olduğumuz"un, "modernliğin önümüze koyduğu sorunlara ne denli cevap verebildiğimiz" ve "dünya ile ne kadar uyum sağlayabildiğimiz" ve "ne ölçüde medenî olduğumuz" sorularının cevabını da içerdiği varsayılmıştır.
"Batı" kalmayınca
İlginçtirki global ölçekte batılılaşmanın modernlik ile eşanlamlı olduğu varsayılarak benimsenmesi ve Theodore von Laue'nin deyimiyle yayılımı önlenemez "bir dünya devrimi" haline gelmesi sömürgecilik değil dekolonizasyon döneminde gerçekleşmiştir.
Fransız Generali Geraud, Osmanlı mağlubiyeti sonrasında Şam'a giderek Emeviye Camii'nin kuzey duvarına bitişik Selahaddin Eyyubi türbesini ziyaret ettiğinde mağrur bir eda ile "Selahaddin kalk bakalım, biz geri geldik" demişti. Ama Batı'nın Batı dışı kabul edilen coğrafyayı gerçek anlamda "fethi," sömürge ve manda idarelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında çözülmeleri akabinde gerçekleşti.
Bunun neticesinde Erken Cumhuriyet döneminde Batı dışı toplumlarda istisnaî olan ve seçkin tabakalar ötesine nüfûz edemeyen "batılılaşma," standartlaşan hayat biçimleri üzerinden tüm dünyayı kuşattı. Artık her yer "Batı" idi. Burada önemli olan Serge Latouche'un ifadesiyle terkedilmiş kültürlerin yıkıntıları üzerinde yükselen yeknesak düşünceler ile tek yönlü, konformist yaşam tarzının yaratılmasının sınırları belirgin bir "Batı" kavramsallaştırmasını da imkânsız kılmış olmasıdır.
Bu açıdan bakıldığında Latouche'un da vurguladığı gibi Batı, Pascal'ın evreni gibi merkezi her yerde, çevresi ise belirsiz bir daire şeklini almıştır. Bu süreçte "Batı"nın bir kültür karşıtı makine haline gelerek farklı kültür, gelenek, inanç ve yerellikleri öğütmesi her toplum ve her bireyi istemi dışında "Batılı" haline getirirken, aynı zamanda onun ezici hegemonyası hiçbir toplum ve hiçbir bireyin de saf "Batılı" kalamaması sonucunu doğurmuştur.
Dolayısıyla günümüzün postmodern gerçekliğinde, iki yüz yılı aşkın bir süre temel toplumsal dönüşüm ekseni olarak kavramsallaştırdığımız "batılılaşma" anlamını bütünüyle yitirdiği gibi artık tanımlanabilir bir kavramsallaşmaya da atıfta bulunmamaktadır.
Bu gerçeklikte "muasır medeniyet" benzeri kavramsallaşmalar da fazlasıyla muğlâklaşmakta ve anlamsızlaşmaktadır.
Farkında mıyız?
Buna karşılık "Garplılaşmanın neresinde" olduğumuzun anlamsızlaştığı "muasır medeniyet"in somut bir bir kavramsallaştırmaya atıfta bulunmadığı, bunların da ötesinde "Batı"nın amorflaştığı günümüz gerçekliğinin tam anlamıyla bilincinde olmadığımız ortadadır.
Türkiye'de 1930'lar söyleminin tekrarlanmasıyla "batılılaşma" üzerinden toplumsal seçkinlik statüsü yaratılmaya çalışılması ve "muasır medeniyet"e erişimin hedeflenmesi global ölçekteki değişim ve postmodern dünyayı kavramadaki eksiklikten kaynaklanmaktadır.
Bunlar kavrandığında tekil "modernlik" değil "modernlikler"in bir arada yaşadığı bir toplum tasavvurunun güncellikle çok daha uyumlu olduğu, böylesi bir yapıda herhangi bir modernliğe mensubiyetin üstünlük ve statü grubu üyeliği yaratamayacağı görülecektir.
Bu açıdan bakıldığında "Batılılaşma" sorunumuzun bizzat "Batı" tarafından ve global ölçekte çözülmüş olmasının "modernlik"e verdiğimiz toplumsal cevap açısından bizi yirminci yüzyıl başında olduğumuz yere geri getirdiğini belirtmek yanlış olmaz. Bunun farkına varılmasının toplumda anlamsız çatışmaları önleyeceği şüphesizdir.