"Türk ırkı" tartışması sırasında, konu üzerine yorum yapan bir öğretim üyesinin "Osmanlı'da Türk'e 'Eşek Türk'" denildiğini belirterek, "milliyetimizi, Türklüğümüzü korkmadan, cesurca" söylemeye Cumhuriyet ile başladığımızı iddia etmesi dikkat çekmedi.
Her konuda "Osmanlı- Türkiye" karşılaştırması yapan 1930'lu yılların ders kitaplarından alındığı izlenimi veren bu değerlendirme içerik olarak üzerinde durulmayı gerektirmeyebilir. Ancak onun tahlili, "Osmanlı"nın "Türk"e bakışı üzerinden yola çıkarak "Türkiye'nin Osmanlı esaretinden kurtulan son müstemleke olduğu"nu iddia etmeye ulaşan "kopuş" tezinin sorgulanması alanında yardım sağlayabilir.
Hangi Osmanlı?
"Osmanlı'da Türk'e 'Eşek Türk' denirdi" ifadesinin en önemli sorunu "değişmeyen" bir "Osmanlı" kavramsallaştırması yapmasıdır. "Osmanlı" altı yüz yılı aşkın sürelik bir tarih dilimine yayılarak, ortaçağdan Birinci Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir süreçte varolmuştur. Dolayısıyla onun belirli dönemlerden seçilen örnekler üzerinden gerçekleştirilen genellemeler yardımıyla "değişmemiş" bir yapı olarak kavramsallaştırılması mümkün değildir.
Örneğin "Osmanlı bürokrasisinde divan-ı hümayûn tercümanlığı benzeri istisnaî vazifeler haricinde gayrımüslimler istihdam edilmezdi" benzeri hükümler belirli dönemlerde gerçekten varolmuş olgulara atıfta bulunmakla beraber genelleştirildiklerinde yanıltıcı olurlar. Bu örnekteki genelleştirme, Musurus benzeri ailelerin sefir kaynağı haline geldiği, Berlin Konferansı gibi devletin geleceğinin belirlendiği bir toplantıya Kara Todori Paşa başkanlığındaki heyetin gönderildiği, pek çok vilâyetin Hıristiyan valiler tarafından idare edildiği on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki durum gözönüne alındığında tarihî gerçeklikle çelişir.
Osmanlı-Türk çatışması
Dolayısıyla "Osmanlı'da Türk'e ne dendiği" açısından genelleştirilebilecek, Cumhuriyet öncesine kadar sürmüş "değişmez" bir gerçeklik bulunmamaktadır. Erken Cumhuriyet döneminde meşruiyet sağlama amacıyla yapılan "Osmanlı-Türkiye" karşılaştırmalarının temel sorunu da budur.
Bunun da ötesinde inşa edilen "Osmanlı-Türk" çatışması gerçekte varolmamıştır. Etnik bilincin olmadığı, aidiyetin de önem taşımadığı, toplumun "millet sistemi" çerçevesinde dinî cemaatler biçiminde örgütlendiği bir yapıda "Türklük" anlamlı bir vurgu ve modern anlamıyla "kimlik" olmamıştır. Dolayısıyla milliyetçilik öncesi dünyasında Osmanlı'yı etnik milliyetçilik yapmadığı için suçlamak, tarihin özgün bağlamında değil günümüz değerleriyle inşa faaliyetine verilebilecek örneklerden birisidir.
Osmanlı yönetici sınıfının yerleşik hayata geçmemiş, eklektik yüksek kültürü içselleştirmemiş toplulukları "medenîleşmemiş" sınıflamasına sokarak aşağıladığı doğrudur. Yerleşik düzen dışı yaşayan topluluklar arasında bulunan ve yüksek kültüre yabancı kalan Türkler de bundan nasibini almıştır. Ama bu bizatihi Türklere yönelik, bugünkü anlamıyla "etnik" temelli bir aşağılama değildir. Aynı sıfatlar Urban, Arnavut Malisörler ya da Kürd aşâiri için de kullanılmış, onlar da tahkir olunmuştur.
Benzer şekilde seçkin sınıfın "rafine" kültüre bîgâne "Türkler"le alay etmesi, Erken Cumhuriyet modernliğine yabancı kalanların Ankara'ya sokulmaması ya da "yüksek kültür"ün siyasî yapılanmasına oy vermeyenler için "bidon kafalı," "göbek kaşıyan" benzeri sıfatların kullanımına benzer; etnik değil kültürel ve sınıfsal temellidir.
Dolayısıyla yerleşik olmayan Urban, Türkmen, Kürd ve Arnavut aşağılanmış; ama Şam'daki Arap âlim, Bursa'daki Türk şair, Bitlis'deki Kürd tarihçi ve Prizren'deki Arnavut âyân övülmüş; İstanbul'daki "Türk" zurefâ, köyden gelen "kaba Türk"ü hakir görmüştür. Bu nedenle "Osmanlı" ile "Türk" arasında etnik temelli bir "kimlik" çatışması yaratarak, Türklerin "Türk" oldukları için aşağılandıklarını savunmak anlamlı değildir.
Aynı hata son dönemlerde bilhassa ABD'deki Osmanlı tarih çalışmalarında yaygınlaşan "Osmanlı Oryantalizmi" yaklaşımında tekrarlanmaktadır. Bu tezin savunucuları da Urban ile Cebel-i Lübnan ya da Yemen'in Cibâl bölgesinde yaşayanlar için dile getirilen "vahşi," "sebükmağız," "iptidaî" benzeri sıfatlardan yola çıkılarak, Osmanlı'nın tüm Arap coğrafyasını "Doğu" haline getirdiğini savunmaktadırlar. Halbuki yönetici sınıf benzer bölgelerdeki Türkmen, Arnavut ve Kürd topluluklar için de aynı ifadeleri kullanırken, yerleşik, yüksek kültüre vakıf Araplara farklı şekilde yaklaşmıştır.
Türklüğü ifade
Etnik temelli bir Osmanlı-Türk çatışmasından yola çıkarak "Türklerin, Osmanlı esaretinden kurtulduklarına" ulaşan "kopuş" tezi tarihî gerçeklikle çelişir. "Milliyetimizi, Türklüğümüzü korkmadan, cesurca söyleyebilmemiz" için Cumhuriyeti beklemek zorunda kaldığımızı iddia etmek ise o gerçekliği tahrif etmektir.
Basının amiral gemisi İkdam'ın "Bir Türk Gazetesidir" kelâm-ı kibarıyla neşredildiği, Yusuf Akçura'nın imparatorluğun takip edebileceği siyasetler içinde en anlamlısının "ırk esasına müstenid Türk milliyetçiliği" olduğunu savunduğu, eski rejim dönemindeki faaliyetlerinden dolayı suçlanan sâbık Serasker Rıza Paşa'nın "Türk oğlu Türk" kimliğini vurgulamayı en iyi müdafaa aracı gördüğü, Hüseyin Cahid'in Tanin'de Türklerin "milleti hakime" statüsünü ilân ettiği, Ziya Gökalp'in "Turan" şiirini yayınladığı, Türk Ocakları'nın "Türk Dünyası" üzerine konferanslar düzenlediği, Ömer Seyfeddin hikâyeleri ve Mehmed Emin şiirlerinin okunma rekoru kıldığı, Türk Yurdu ve Genc Kalemler benzeri dergilerin Türklük hakkında sayısız makale neşrettiği dönemlerde "Türklüğün korkmadan, cesurca söylenemediğini" iddia etmek ancak tarihî gerçekliği bütünüyle gözardı etmekle mümkün olabilir.
Devamlılık ve değişim
Türk milliyetçiliğinin şekillenmesi ve modern Türk kimliğinin oluşumu on dokuzuncu yüzyılda başlayarak cumhuriyet ile devam etmiş süreçlerdir. Bu uzun süreçlerde kültürel milliyetçilik siyasî boyuta taşınmış; Türklük, İttihad ve Terakki idaresi altında Tanzimat öncesinin Müslümanlığı benzeri "hakim millet" statüsü kazanmış, yeni ulus-devlet ise Türk kimliğinin içini değişik sosyolojik ve antropolojik kuramlar yardımıyla doldurmaya çalışmıştır.
Cumhuriyet "Türk kimliği" ve milliyetçiliğini icat etmemiş, onu dönemin sosyolojik ve antropolojik kuramları çerçevesinde yorumlamıştır. Bu yorum bilhassa 1930'larda farklılaşmış; ama gökten zenbille inmemiştir.
Pek çok alanda olduğu gibi Türk milliyetçiliği ve kimliğinin oluşumunu anlayabilmek için "Cumhuriyet- Osmanlı" türünden sığ karşılaştırmaları ve "kopuş"u reddeden, uzun dönemleri kavrayan analizler gereklidir. Bu yapılırsa hem hayalî "Osmanlı- Türk" çatışması bir kenara bırakılabilir, hem de her şeyin 1922 sonrasında sıfırdan başladığını savunan tarihsizleştirici yaklaşımın anlamsızlığı kavranabilir.